Site icon Türkiye'nin Yeni Kadın Moda Dergisi – NYXmag

Auteur Sinemacıların Kendi Hayatlarıyla İmtihanı

PAYLAŞ

Sinemanın Dahi Yönetmeni Stanley Kubrick

Standart FM’de her Çarşamba saat 20.00’de yaptığım programlardan birinde Stanley Kubrick’in bazı filmleriyle ilgili sohbetler etmiş ve bu filmlerinde kullandığı müziklerden örnekler vermiştim. Kubrick için ‘Sinemanın dahi çocuğu’ denirdi, tabi sonrasında koca adam olunca da ‘Sinemanın dahi yönetmeni’ oldu. Kubrick hiçbir zaman ‘vasat ile yetinmeyen, sürekli arayan ve araştıran, obsesyon seviyesinde mükemmellik peşinde olan’ bir yönetmendi. Senaryolarını başkası yazıyor veya roman uyarlamalarını filme alıyordu. Senaristlerle haftalarca aylarca sürdürdüğü fırtınalı tartışmalardan sonra ortaya son metin çıkıyordu… Ve filmlerine kendi tarzını, çok özel estetik ve görsellik anlayışını ve tabii sistem eleştirisini o kadar güzel yediriyordu ki, artık ‘Kubrick’ sinemada mükemmelliğin ve sinematografinin bir markası haline gelmişti. Lafı uzatmadan asıl derdime geleyim…

Kubrick her filmi için en az birkaç sene ön hazırlık aşamaları vb derken, ilk dönemlerinde 3-4 yılda bir, daha sonra daha da aralıklarla film yapmaya başladı.Jack Nicholson’lu enfes gerilim filmi Shining’i 1980’de yaptıktan tam 7 sene sonra 1987’de Full Metal Jacket’i, bundan da tam 12 sene sonra son filmi (Nicole Kidman – Tom Cruise çiftini başrolde oynattığı ve onlardan istediği oyunculuğu almak için onlarca tekrarla resmen ağlattığı ve çekimi birkaç sene süren filmi) Eyes Wide Shut’ı çekti. Ve çekimleri tamamladıktan sadece bir iki hafta sonra, henüz film vizyona girmeden 71 yaşında hayata veda etti…

İşte deminden beri bahsetmeye çalıştığım şey bu: Kubrick gibi ‘auteur’ olarak sayabileceğimiz bir sinemacının, her filminde üretim / yaratım yaparken daha da ‘eksilmesi’, ‘kendi ışığını eserlerine vererek için için erimesi’… adına her ne derseniz deyin, her yaptığı filmle kendi sonunu daha çabuk getirmesi. Tıpkı bir dişi ahtapotun, dünyaya getirdiği binlerce yumurta ve yavrularının hayatlarının devamı için kendini feda etmesi gibi. Kubrick de kendini yıllar içinde eritmiş bitirmiş… O meşhur tutkusuyla son filmini bitirmek için uğraşmış ve artık teslim edince de bırakmış kendini…

Sinemanın Filozofu Krzysztof Kieslowski

İşte bu durum, daha başka yönetmenlerde de ilgimi çektiği için paylaşma ihtiyacı hissettim. Fakat bunların ortak özelliği ‘auteur’ sinemacılar olması. Yani, kendine özgü bir dil ve ifade biçimi ortaya koyan ‘yaratıcı-yazar yönetmenler’, toplumla, insanla ‘derdi olan’, sürekli sorgulayan, dünyanın yükünü bütün ağırlığıyla kendi omuzlarında hisseden ve kendi kendini yiyip bitiren yönetmenler… Boşu olmayan sinemacılar bunlar. Felsefe altyapıları çok kuvvetli, çok fazla okuyan, düşünen ve müthiş gözlem güçleri olan sinemacılar aynı zamanda…

Örneğin Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski bunlardan biri… Polonya televizyonu için çektiği Dekalog’lar (On Emir’in her birini bir filmde sorguladığı 60’ar dakikalık 10 film… ve bunların içinden Aşk Üzerine ve Öldürme Üzerine Film’ler…), Veronika’nın Çifte Yaşamı ve Fransız Bayrağı üzerinden yola çıkarak yaptığı ve Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik kavramlarını sorguladığı Mavi, Beyaz, Kırmızı üçlemesi. Hepsi bu… Ama bunların hepsinde onun sinemacı dehasının tüm izlerini görebiliyoruz. Kieslowski de kendisi yazmamıştır senaryolarını, ama kadim yoldaşları senarist Piesiewicz ve müzisyen Preisner ile birlikte filmlerin her aşamasında kendi felsefesini ortaya koymuştur. Şu nefis sözü edebilmiş bir felsefeye sahip olan bir yönetmenden bahsediyoruz: ‘İnsanlığın ortak değerleri zannedildiği gibi din, dil, ırk, bayrak gibi kavramlar değil; acı, keder, sevinç, aşk gibi kavramlardır.’

Kieslowski de, üçlemenin son filmi Kırmızı’yı bitirdikten sonra verdiği beyanatta ‘Çok yoruldum, artık film yapmayacağım’ demiş; ve maalesef bundan 6 ay sonra, sadece 55 yaşında hayata veda etmiştir.

Sinemanın Ozanı Andrei Tarkovski

Bir diğer örnek sinemanın şairi, ressamı, filozofu gibi pek çok unvana sahip olan Andrei Tarkovski. Uzun plan sekanslar, varoluşun sürekli sorgulanması, şiirsel atmosfer ve kaydırmalı tek plan çekimler Tarkovski’nin alamet-i farikalarıdır. Sinemada gerçek zamanı yakalamaya çalışmasını, sonrasında yapılan kurgunun değil, asıl o eserin gerçek zamanının önemli olduğunu ortaya koyduğu felsefi, otobiyografik ve çok lezzetli kitabı Mühürlenmiş Zaman gibi bir kitabın da yazarıdır aynı zamanda.

Tarkovski daha ilk filmi İvan’ın Çocukluğu ile 1962’de Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı alarak bütün dünyanın ilgisini çekmiş ve yepyeni şiirsel bir sinema dilinin müjdesini vermiştir…

O dönem Sovyetler’de film yapmak pek kolay değildir kuşkusuz Tarkovski gibi muhalif ruhlar için… 1969’da Andrei Rublev’i çeker, Sovyet yönetiminin her türlü engellemesine rağmen Cannes’da Fipresci ödülünü kazanır. Ve ancak 1972’de dolaşıma girer film… 1972’de çektiği ve Sovyetler’in, Kubrick’in 2001 Space Odyssey filmine rakip olarak çıkardığı söylenen Solaris’ten sonra 1975 yılında otobiyografik filmi Ayna gelir, bambaşka bir tat, doku… Tabii ki bu da engellere takılır hatta pek çok resmi otorite tarafından yasaklanması gereken bir film olarak görülür. Gerçi mesela dostu Sergei Paradyanov gibi hapislerde yatmamıştır veya filmleri zinhar yasaklanmamıştır, yine de film çekecek ortamı bulmuştur. Problem, yetkililerin filmi görmelerinden sonra ortaya çıkar. Tarkovski’nin klasik toplumcu gerçekçi ve doğrudan anlatımı kabul etmeyip filmlerinde antin kuntin sanatsal ağırlıklı ifadelere yer vermesi, yönetimin hoşuna gitmez kuşkusuz. Fakat Tarkovski gibi huysuz ve asi bir ruh için bu kadarı bile fazladır. 1979’da belki de başyapıtı sayılabilecek (en iyilerin içinde mükemmel diyelim…) Stalker’i yaptıktan sonra artık daha fazla dayanamayıp İtalya’ya gider. Sıla özlemini yine çok şiirsel bir dille anlattığı enfes Nostalghia’yı İtalya’da, son filmi Kurban’ı ise çok sevdiği Bergman’ın memleketinde ve onun film ekibiyle İsveç’te çeker (efsanevi görüntü yönetmeni Sven Nykvist’in görüntüleri muhteşemdir).

Evet sene 1985-1986… Kurban filmi çekiliyor. Çekimin ortalarında Andrei Tarkovski kanser olduğunu öğrenir. Maalesef durum iç açıcı değildir. İronik bir şekilde, Kurban filmi, düşsel bir nükleer savaştan insanlığı kurtarmak için, inançlı ve yine dünyanın yükünü taşıyan emekli bir tiyatro oyuncusunun, kendi cenneti olarak kurduğu yaşam alanını ve hatta kendini kurban etmesini anlatır. Filme devam eder, bitirir… Ve filmin sonundaki görselde aslında Tarkovski insanlık durumuyla ilgili bir umut vermez, yine bize bırakır… Ama en sona düşen karede bu filmi oğlu Alyoşa’ya ithaf ettiğini yazar. İşte buradadır umut…

Tarkovski, bitmek tükenmek bilmeyen film yapma ve en iyisini yapma arzusunu, sürekli kesintiye, yasaklamalara uğrayarak, çözümü yurtdışında bularak (ama oradan da sıla hasretinin filmini yaparak) yaşamış, bu yükün ağırlığıyla hasta olmuş, ısrarla filmini bitirmiştir.Cannes’da herhangi bir yasağa takılmadan 4 ödül aldığını görmüş ve sonra hayata gözlerini yummuştur. Öldüğünde sadece 54 yaşındadır. Yoldaşı Bergman’ın Yedinci Mühür filminde olduğu gibi, sanki Azrail’le bir anlaşma yapmıştır.

PAYLAŞ
Exit mobile version