Ceylin Erbak Aytekin / Yazar
Röportaj: Nurgül Eryıldır Günay / nurgul.eryildir@nyxdergi.com
Bursa’da hayata merhaba diyen Ceylin Erbak Aytekin, doğduğu şehirde başladığı ilkokulu İsviçre’de bitirdikten sonra, ortaokul ve liseyi İstanbul Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. Üniversite eğitimini
Vassar College’da geçen bir yılın ardından, Bilgi Üniv ersitesi Reklamcılık Bölümü’nden ikincilikle mezun olarak bitirdi. Ardından İngiltere’de University of Reading’de Gıda Ekonomisi ve Pazarlama yüksek lisansı yaptı. Edebiyata, okumaya, yazmaya olan tutkusu ile 2010 yılında, Excel İletişim Danışmanlığı’nda Metin Yazarı ve Stratejik Planlama Uzmanı olarak iş hayatına başladı. Sonrasında Türkiye’nin en büyük yerli içecek firması Uludağ İçecek’te Asistan Marka Müdürü olar ak sürdüren Aytekin, stratejik pazarlama, marka yönetimi ve ürün geliştirme konularında uzmanlaştı.
Küçük yaşlardan itibaren yaratıcı yazarlık ve fotoğrafçılığa ilgi duyması sebebiyle, Kıdemli Marka Müdürü olarak çalıştığı kurumsal iş hayatını 2019 yılında bıraktı.
Hep hayalini kurduğu gibi kendi kitabı üzerinde çalışmaya başladı. Mayıs 2020’de, seksenli yaşlarındaki bir kadının geriye dönük kısa hayat hikâyesi “Bir Günlük, Bir Hayat” Ek Dergi’de yayımlandı. Ekim 2020’de, pandemi dönemi öykülerine yer verilen ilk kolektif kitabı “Sene: 2020” Edisyon Yayınevi tarafından okuyucularla buluşturuldu. Aralık 2020’de, bir martının gözünden kaleme aldığı yaşlı bir adamın cenaze hikâyesi “Martı Şekip”, Öykü Gazetesi’nde yayımlandı. Haziran 2021’de, “Zamandan Kaçan Ayrılık” isimli ilk öykü kitabı, Karakarga Yayınları tarafından okuyuculara ulaştırıldı. Aralık 2022’de, “Bahar Düşü” isimli ilk şiir kitabı a ynı yayınevinden çıktı.
Ceylin Erbak Aytekin ile marka yöneticiliğinden yazarlığa uzanan ilham veren hayat öyküsünü konuştuk.
Bize biraz ailenizden, köklerinizden bahseder misiniz?
Bursalı bir baba ile İzmirli bir annenin ikinci çocuğuyum.
Anne dedemin ailesi Eğriboz Adası’ndan önce Manisa’ya oradan Kurtuluş Savaşı döneminde İzmir’e geliyor. Anneannemin ailesi ise Menemen’de derebeyi. Büyük bir aşkla evlenen bu iki kişi benim hayatımda sevginin ve özverinin temsili olarak varlıklarını koruyorlar.
Babamın ailesi ise Rumeli’den Bursa’ya göç ediyor. Ailemin o tarafı kuşaklardır Bursa’da yaşıyor. Dedem öğrenciyken, yaz tatili sırasında Uludağ Gazozu’nun formülünü yaratıyor ve bu şekilde içecek sektörüne adım atıyoruz. Bu da 1930 yılına denk geliyor. Babamın ailesi ise daha çok sürdürülebilirlik, inovasyon gibi temaların simgesi hayatımda. Çok uzun bir hikâyenin olabilecek en kısa haliyle bu şekilde anlatabilirim köklerimi.
Önce babanız Mehmet Erbak’tan size geçen fotoğrafçılığı sormak istiyorum. Fotoğraflarınızın teması genelde insan ve yaşam sanıyorum. Deklanşöre basarken “O ana” nasıl karar veriyorsunuz? Daha önceki sohbetimizde her yıl çektiğiniz fotoğraflardan oluşan bir takvim yaptığınızdan bahsetmiştiniz. Takvimin konusu, amacı neydi, biraz detay verebilir misiniz?
Esasında babamın babasıyla başlıyor fotoğrafçılık merakı. Hatta onun tüm eski fotoğraf makinelerini evimizin salonunda sergiliyorum. Babamın bana üniversite mezuniyet hediyesiydi.
Takvimleri 12 sene evvel yapmaya başladık. Tüm takvimler “3 kuşaktır gezdiklerimiz gördüklerimiz” teması üzerinden şekilleniyor ve her sene kendine has bir konsepti oluyor. Bu sene konseptimiz sokak sanatlarıydı. Geçtiğimiz yıl doğaya ve doğanın yaşadığı sıkıntılara dikkat çekmek istedik. Ondan önceki yıl ise insanın doğa karşısında ne kadar küçük olduğuna ilişkin bir tema belirledik.
Babam da ben de yaratmayı ve üretmeyi seviyoruz. O içecek yaratmaktan keyif alıyor, ben duygu… İkimiz de arşive ve aile köklerine meraklıyız. Sanırım bu iki ortak noktamız takvimleri hazırlamaya başlamamız konusunda bize önayak oldu. Bir şekilde 3 kuşaktır nesilden nesile geçen bir hobimiz var ve bu hobinin bize kazandırdıklarını kendimize saklamak istemedik.
Bakmak ve görmek arasındaki farka inanıyorum. Bazen sadece bakıyoruz ve bazen gerçekten görüyoruz. Fotoğraf çekerken görmek için bir konsantrasyon haline geçiyorum ve o beni dış dünyadan soyutluyor. Tıpkı yazarken olduğu gibi. Deklanşöre basarken gördüğüm o kare genellikle bende ya bir duygu uyandırıyor ya da beni bir yolculuğa çıkartıyor. Karedeki öznenin çıkarttığı bir yolculuk ya da uyandırdığı bir his oluyor bu… İşte o anda basıyorum deklanşöre.
İçinizdeki yazma tutkusunu ilk ne zaman keşfettiniz, yaratıcı yazarlık yolculuğunuz nasıl başladı?
Sanırım her şey on bir yaşında yatılı okula gitmemle başladı. Yurt dışından gelmiştim ve daha önceden aşina olmadığım bir ortama girmiştim. Yapım gereği ilk başlarda mesafeli de duran bir kişi olduğum için vaktim boldu. Yazmak o anlamda yalnızlığımı gideren bir araç olarak hayatıma girdi. Sonra da hiçbir zaman çıkmadı.
Türkiye’nin en büyük yerli içecek firmasına sahip bir ailenin, iyi eğitim almış bir ferdi olarak profesyonel iş hayatını bırakıp yazar olma isteğiniz ailede nasıl karşılandı?
Küçüklüğümden itibaren “sevdiğin mesleği yap” cümlesini duydum. Nitekim aile işimizde çalışırken de çok sevdiğim bir ekiple çok sevdiğim bir mesleği yaptım.
Yazmaya olan sevgim ve kitap yazma arzum ise beni tanıyan herkesin aşina olduğu çok küçüklüğümden beri kalbimde taşıdığım bir konu. Dolayısıyla “ben kitap yazacağım” dediğimde kimse şaşırmadı. Bu noktaya bir günde gelmediğim için de şok etkisi oluşmadı ailemde. Nitekim karar verdikten sonra işten ayrılabilmem oldukça uzun bir zaman aldı. O yüzden her şey aslında zamana yayıldı… Zaman yayıldıkça da süreç yumuşadı ve daha kolay bir hale büründü.
Bir aile işiniz varsa, o işten kopabilmeniz asla mümkün değil. Bu gerçeğin bilinciyle hareket edince sadece yazar ya da sadece profesyonel olmuyorsunuz bence. Zamanı daha dengeli paylaştırmış oluyorsunuz sadece.
İlk kitabınızı yayınlamaya karar verdiğinizde neler oldu, yayınevleri ile görüşme süreçleri nasıldı?
İşi bırakmaya karar verdiğimde dokuz yıldır pazarlama sektöründe çalışıyordum ve mesleğimi mutlu bir şekilde gerçekleştiriyordum. İnsanın alışkanlıklarını ve bildiği gerçekliğini bırakması çok kolay olmuyor. Kendi içinde riskli bir karar verdiğimden başta pek çok git gel yaşadım. Dolayısıyla nihai kararımı uygulamam biraz vakit aldı.
Diğer taraftan, küçüklüğümden beri asla bırakmadığım tek şey yazı yazmak. Hayatım değişti, yaşadığım yerler, içinden geçtiğim gerçeklikler… Tüm bunların hepsi değişip dönüşürken, sabit kalan en kıymetli mihenk taşım hep yazıydı. O anlamda edebiyatın hayatımdaki önemini ve değerini her zaman gördüm, bildim. On bir yaşından beri ha yalim olan kitap yazma dürtüsü sanırım maddi ve manevi olarak kendimi hazır hissettiğim anda önünü alamayacağım bir biçimde yeşerdi. O yüzden de kararımı uyguladıktan sonra geriye dönüp “Ne yaptım ben” diye bir pişmanlık hiç hissetmedim. Çünkü ne yapmak istediğimi biliyordum ve dışarıdan duyduğum pek çok sesin aksine iç sesim “Şimdi değilse ne zaman?” diye sürekli kalbimi ve aklımı dürtüyordu.
Bugün geriye dönüp baktığımda, her ne kadar kar ar sürecim ve devamında yaşadıklarım kolay olmasa da, iyi ki bu yolculuğa niyetimi koymuşum diyebiliyorum. Zamandan Kaçan Ayrılık’ı da Bahar Düşü’nü de kalpten yazdım ve arzum pek çok kalbe dokunabilmek, okuyan kişilerde yeni duygular uyandırabilmek.
“Zamandan Kaçan Ayrılık” kitabınızdaki Martı Şekip’in öyküsü öyle içten, öyle bizden bir öykü ki, okurken Şekip bizim pencerede gibi hissettim. Çok yalın ama bir o kadar da sayfalardaki öyküyü gözünüzde canlandıracak kadar güçlü bir yanı var. Okurun böyle hissetmesi için özel yazım teknikleriniz var mı?
‘Zamandan Kaçan Ayrılık’ kitabımın ilk öyküsü Martı Şekip, dedemin cenazesini anlatan bir hikâye. Cenaze günü, evin salonunda otururken pencereye sürekli gelip giden martı, misafirlerin gözünden kaçarken benim kitabımdaki en sevdiğim karakterlerden birisi haline dönüştü. Ya da sokakta her gün gördüğümüz ve hayatını dilenerek geçirmek zorunda kalan çocuklar…
Hepimiz her gün bu gerçekle karşılaşıyoruz ama çok azımız bunu görmezden gelmeyi seçiyor maalesef.
Öykülerimi yazarken genellikle gözlemlediğim bir olay oluyor. Ya da duyduğum bir cümle veya hissettiğim yoğun bir duygu. Ateşin kıvılcımı genellikle bu üç yerden birinden çıkıyor. Akabinde, o kıvılcımı düşünmeye ve büyütmeye çalışıyorum. Yolda yürürken, bir iş yaparken… Oradan da bir örgü veya bir karaktere ulaşıyorum.
Eğer o kıvılcımı yeterince büyütebiliyorsam, fikri hızlıca kâğıda döküyorum. Önce kendimi limitlemeden, o karakter ve kurguya dair her şeyi yazıyorum. İlk aşamada kısa bir öykü oluyor bu yazdığım. Sonra günbegün ekliyorum, çıkartıyorum ve bu şekilde bir yandan kurguyu derinleştirip geliştirirken diğer yandan da sadeleştirip yalınlaştırıyorum. Ve son okumalarımda dil estetiği üzerinde durmaya çalışıyorum. Eski kelimelerle zenginleştirdiğim, yalın ve akıcı bir üslup benimsemeye özen gösteriyorum.
Çalışma rutininizi merak ediyorum. Yazmak için disiplinli bir program mı uyguluyorsunuz, yoksa ilham perisi gelene kadar bekliyor musunuz? Bu konuda günlük rutinleriniz var mı?
Haldun Taner’in bir benzetmesi var; “Nasıl bir marangoz dükkanını açıp sabahleyin çalışmaya başlıyor; sen de yazar olarak dükkanını açıp çalışacaksın. Her gün yazacaksın.” Kitapları yazdığım dönemde her sabah ilk iş yazarak başladım güne. Güzel, çirkin ya da ilham var, yok demeden. Bazen o sabah uyandığım bir histen, bazen balkonda gördüğüm bir sahneden, bazen de çektiğim fotoğraflardan aldığım bir ilhamla.
Sessizlik benim için en önemli unsur yazarken. Müzik dinlemememe rağmen kulaklık takarım mesela. Etrafta dikkatimi dağıtacak, gözümün takılacağı bir şey olmasından hoşlanmam. O yüzden olabildiğince boş, kapalı ve sessiz bir ortamda çalışmak konsantrasyonumu daha uzun süre korumayı mümkün kılıyor.
Öykü kitabının ardından geçen Aralık’ta okurlarınızın karşısına “Bahar Düşü” isimli şiir kitabı ile çıktınız. Aklınızdaki, yüreğinizdeki duyguları yazıya dökerken hangisi ile ifade etmek daha kolay oldu? Öykü ve şiir arasında nasıl bir fark var?
Şiir yıllar evvel öyküyle birlikte ilk yazmayı denediğim türdü. Zaman içinde, şiirin yalınlık içinde aktardığı derin anlamlar beni kendine doğru çekti. Yazılarımda; en az kelimeyle en çok anlamı aktarabilmek, okuyucuya yoğun duygular hissettirebilmek benim için oldukça önemli. Öyküde de benzer bir durum söz konusu. Okuyucuya uzun olmayan bir kurgu veya durum sunarak onun bir dünya kurmasına olanak sağlıyorsunuz; okuyucunun kalbine-zihnine bir tortu bırakıyorsunuz.
Öyküde de, şiirde de duygu v e düşünceleri ezcümle aktarmaya çalışıyorsunuz. Fikrinizi ve anlatınızı olabilecek tüm fazlalıklardan arındırıyorsunuz ve özünü okuyucuya ulaştırıyorsunuz. O anlamda, farklı bir türe yöneldim ama kendi içinde tutarlı bir değişim olduğuna inanıyorum.
Sanırım şiirde kendimle bütünleştirebildiğim, kendi özümdeki naif tarafla birleştirebildiğim bir yön var.
O yüzden şiir yazmak kendiliğinden aktı. Öykü üzerine daha çok çalışmam gereken, daha çok emek harcamam gereken bir tür.
“Bahar Düşü” şiir kitabınızda“doğa”, “hayat” ve “insan”a dair farklı bir yolculuğa çıkarken, hayallerine sahip çıkması konusunda okuyucularınızı motive etmeye çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Dünya üzerinde yaşayan bireyler olarak bence daha duyarlı olmaya ihtiyacımız var. Her şeye karşı…
Kendimize, insana, doğaya, içinde yaşadığımız ortama… Bizler ne zaman daha duyarlı varlıklar olmaya başlarız, o zaman bence dün ya daha yaşanılası bir yer olacak. Sanırım dikkat çekmeye çalıştığım konu temelinde bununla alakalı.
Öyküler, şiirlerden sonra sırada senaryo yazarlığı da olabilir mi?
Uzun vadede arzum, aile hikâyemizi yazmak. Anneannem ve dedemin yaşamından belli bir kesit veya anneannem ile kız kardeşlerinin Menemen’de geçen konak hikâyesi olabilir. Ama önce sırada bir novella var… Ama tabii ki neden bir senaryo olmasın…
Tutkularınızdan vazgeçmeyen ve düşlerini hayata geçiren biri olarak ilham veren hikayenizi NYXmag
okurlarıyla paylaştığınız için teşekkür ederim.