Dört Günlük Bir Şey

Writer: Şenay Çarkçı

Date: 28/11/2022

PAYLAŞ

Güneşin doğuşunu ön odadan, batışını küçük arka odadan gören bir evde büyüdüm ben. Demirden, beyaz boyası yer yer bozulmuş küçük bahçe kapısı üzerinde salkım saçak demire sarmaşıklanmış hanımeli çiçekleri, yaz akşamları mis gibi kokar. Bahçenin her iki yanında renkli akşam sefaları…

Söğüt ve kavak ağaçları ile çevrili bir bina. Balkona yakın bir şeftali ağacı.

Yeşili, havası bol, hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı bir semt.

Biz, bir arada mahalle arkadaşlarım…

Düşlerim, masallarım ve çocukluğum…

Altı kardeş, bir yengem, bir de annem. Benim babam yoktu. O yüzden annem her şeyimdi.

Yazın hava kararana kadar oyunlar oynar akşam ezanıyla annemin balkondan “Hadi artık eve, akşam oldu” diye seslenişi ile açlığımı, susuzluğumu hatırlayıp eve koşuşlarım…

Ertesi gün yine arkadaşlarla biri başlayıp biri biten çeşitli oyunlar; evcilik, yakar top, sekiz taş, istop, saklambaç ve daha birçoğu…

Arada kan ter içinde kapı önünde kana kana su içmeler, ekmek arası atıştırmalar…

Bilmedik kurnazlık, düşmanlık, kumpas… Ne de ırkçılık…

Pembe yalanlarımız, masum oyunlarımız, kirlenmemiş çocukluk aşklarımız vardı.

Ne güzeldik…O sebepten mi sonraları çok üzüldük bilemiyorum.

Güneşin batışını gören küçük odanın penceresinin karşısında, büyük yaşlı bir söğüt ağacı vardı. Pencerenin önündeki minderli divana oturup onu seyrederdim. Rüzgarda, karda, baharda o da bizi seyrederdi. Sevincimizi, hüznümüzü, kavgalarımızı, kutlamalarımızı…

Bizi bilirdi, yegane dostumuz sırdaşımızdı.

Birgün annem pencerenin önünden bir makara ile onun gövdesinden dolanan bir çamaşır ipi yapmıştı. Ben çocuk aklımla biraz yadırgamış, gövdesinden dolanan çamaşır ipi çekildikçe canı yanarmış gibi gelmişti bana. Sanki rüzgarla hışırdayıp bir güldü ve bir şey olmaz sen üzülme diye fısıldadı kulağıma…

Ben oldum olası konuşurum ağaçlarla, gökyüzüyle. Bir şeyler anlatmayı, konuşmayı, yazmayı sevdim hep.

Yaz akşamları yazlık sinemaya giderdik ailece…

Sabah bizim bahçenin ağaç gölgelerinin düştüğü toplanma yerimizde arkadaşlarıma izlediğim filmi anlatırdım, her kes sus pus, artık nasıl detaylı ve nasıl vurgulu anlatıyorsam, bittiğinde hepsi birden bir tane daha anlatsana diye ısrar ederdi. Ben de daha önce izlediklerimden anlatır onları kırmazdım. Keyif alırdım, anlatırken yaşardım…

Güzel çocuklardık. Varlığımız, yokluğumuz bir. Yetinmeyi bilen, karnavalını içinde taşıyan, bir o kadar da olanın bitenin farkında ve düşleri, hayalleri olan.

O zamanlar kar yağınca okullar tatil olmaz, öğretmenimizle okulun bahçesinde kardan adam yapardık. Ellerim üşümesin diye annem tekleme kalan çoraplardan geçirirdi elime… Ne utanır ne de yadırgardım karda oynamaktı esas olan.

Tek derdim de son saatlere kalan ödevler…

Her karesini didik didik hatırlamaya çalışsam da önce sesleri unutuyorum sonra görüntüler flulaşıyor zihnimde.

Kesik kesik hatırladıklarım var o günlere, çocukluğuma dair… Nasıl deli bir özlem bu!!!

Belki de psikolojik bir rahatsızlık bilemiyorum. Ama hatırladıkça yüreği ısıtan, biraz tebessüm ettiren, geçmiş anılar nasıl bir rahatsızlık olabilir ki?

Örneğin;

Bulutlu bir son bahar günü okuldan eve gelmiştim. Annem mutfakta yemek yapıyordu. Ben çok acıkmıştım. Yemeğin pişme süresi beni o kadar öfkelendirmişti ki anneme söylenmeye başlamıştım. Annem de beni avutmak için mi ya da daha da kızdırmak için mi bilemiyorum, bir yandan tahta kaşıkla yemeği karıştırıyor ve hafiften bir şarkı mırıldanıyordu. Ben öfke ile çantamı yere fırlatıp yandaki küçük odadaki minderli divana attım kendimi ve ağlamaya başladım. Annem mutfaktan, “tamam tamam bak gör beş dakikaya hazır” diye seslenmişti. Sonra da “Bir savaş çıksa ilk açlıktan sen ölürsün maazallah” demişti. Ben ne demek istediğini düşünürken radyoda sonraları her dinlediğimde beni alıp bu günlere getirecek Sezen Aksu’nun Dört Günlük Bir Şey şarkısı çalıyordu… Hızlı bir yağmur başlamış, ilerdeki binanın gri duvarı hızla ıslanmaya başlamıştı. Pencerenin çürümüş çerçevelerinden giren rüzgar kışın kapıda olduğunu hatırlatıyordu.

Islanmış olan söğüt ağacı rüzgarla bir olup muziplik yapıyordu bana. İki damla göz yaşı donmuştu yanağımda. Büyüyordum beki de açlıkla, yağmurla, şarkıyla…

Yıllar sonra yine bir sonbaharda satıldı evimiz, hayallerimiz, anılarımız. Dağıldık her birimiz bir yere. Arkadaşlarımı, evimi, aşkımı geride bıraktım. Çocukluğumu bıraktım…

İlk o zaman büyüdüm ben… Hüzün geldi kuruldu yüreğime.

Sezen’in de dediği gibi;

Dört günlük bir şey işte

Yaşandı ve bitti

diye düşündük oysa bir duygusal yük.. Yaşadığımız o şey, boğazımızda bir düğüm…

Şimdi evdeki kanepenin üzerine oturup, gözlerimi kapatıp o güne geri dönebilmeyi hayal ediyorum. Küçük odanın ortanca desenli basma minderli divanındayım. Radyoda Dört Günlük Bir Şey çalıyor. Yağmur hızlanmış, Yüzümde çürümüş çerçevelerden sızan rüzgar, odada pişmekte olan yemeğin kokusu…

Gözümü bir açıyorum… Nafile ..

Şimdi bu zamandayım…

Şenay ben.

PAYLAŞ