Site icon Türkiye'nin Yeni Kadın Moda Dergisi – NYXmag

Dünyanın Müzeleri

PAYLAŞ

Seyahatlerinde açık havada bolca vakit geçiren, mümkün olan her yere yürüyerek giden bir olmama rağmen,  gittiğim şehirlerdeki müzeleri de çok ziyaret etmeyi severim. Bazen sadece bir sanat eserini görmek, bazen de günümü geçirmek için bol bol müze gezerim. Sırf bir müzeyi özlediğim için uçağa atlayıp başka bir ülkeye gitmişliğim bile var. Bu yazıda da, size şimdiye kadar gezdiğim ve beni diğerlerinden daha çok etkileyen müzeleri derledim.

Bilinen bir müze ile başlıyorum. Amsterdam’daki Rijksmuseum. Bu müzenin listemde olma sebebi 840 binden fazla sanat eserine ev sahipliği yapması değil, aksine en üst katta sergilenen tek bir resimle ilgili. O da tahmin edebileceğiniz gibi, Rembrandt ’ın en ünlü tablolarından olan “The Night Watch” yani “Gece Devriyesi”.

Rembrandt ’ın 1642 yılında tamamladığı, yaklaşık 337 kilogram ağırlığında, 3.6 metreye 4 metre büyüklüğünde ve Rembrandt’ın ışık ve gölgeyi en etkileyici şekilde kullandığı bu tablo milis kuvvetlerinin karargahındaki büyük salonu dekore etmek için ısmarlanan 6 grup resimden birisi. Bu nedenle başlarda “Militia Company of District II Under the Command of Captain Frans Banninck Cocq” ismiyle biliniyormuş.

İlerleyen yıllarda, tabloda kullanılan verniğin renginin koyu olması, bunun bir gece sahnesinin tasviri olduğu yönündeki yanlış bir izlenime yol açmış ve günümüzde yaygın kullanılan ismin verilmesine sebep olmuş. 

The Night Watch, bulunduğu yerden alınıp askeri mahkeme salonuna taşınmak istenmiş ama yeni salondaki duvarlara büyük geldiği için yanlarından 30’ar cm kesilerek kısaltılmış. İkinci Dünya Savaşı boyunca, bir silindire sarılı olarak Amsterdam’ın kuzeyindeki bulunan bir kalede saklanmış. 1911 ve 1975 yıllarında tabloya bıçakla, 1990’larda ise asitle saldıranlar olmuş.  Yapılan titiz restorasyonlar sayesinde ise tablo ihtişamını korumaya ve Amsterdam’ın dikkat çeken sanat eserlerinden biri olmaya devam ediyor.

Kırmızı tuğlalı Gotik-Rönesans tarzdaki etkileyici müze binası, 1800’lerin başında, Hollanda’nın Altın Çağı’na ait geniş sanat koleksiyonunu sergilemek için kurulmuş. Museumplein’de bulunan binanın altındaki avluların akustiğinden faydalanan sokak müzisyenleri, gün içinde ufak konserler veriyor. Yakınında Van Gogh Müzesi ve Stedelijk Müzesi olsa da hem koleksiyon hem bina açısından Rijksmuseum, diğerlerinden daha etkileyici. Bu nedenle meydandaki müzeleri gezmeyi planlıyorsanız burayı mutlaka sona bırakmanızı öneririm.

En sevdiğim yer ile devam etmek istiyorum. Paris dediğinizde akla ilk sıralarda gelmeyen ufak bir müze burası. L’Orangerie Louvre’un önünde, Concorde meydanı tarafında bulunan Tuileris Parkının diğer ucundaki bir bina. Aslında Cezaanne, Renoir, Matisse, Picasso gibi ressamların eserlerine de yer veren koleksiyonun benim için en etkileyici kısmı, çok sevdiğim empresyonist ressam Monet’nin “The Cycle of Water Lilies” isimli 8 adet tablosunun sergilendiği iki adet oval oda.

Monet’in yaşamı boyunca birkaç yüz nilüfer tablosu resmettiği düşünülüyor. L’Orangerie galerisinde sergilenen uzunlukları toplam 100 metreyi bulan bu 8 adet tabloyu, ömrünün son 30 yılında tamamlamış ve Birinci Dünya Savaşı bitiminde Fransız hükümetine hediye etmiş. Resimlerinin en iyi şekilde sergilenebilmesi için müzenin mimarı ile bizzat çalışmış. Monet’in bendeki yeri ise enteresan. Yıllar önce, Londra seyahatimde, Tate Modern’i gezerken bir tablonun önünde boğazınım düğümlendiğini hatırlıyorum. Bu resmin aslında pek de etkileyici olmamasına rağmen neden bende böylesi bir duygusal tepkiye sebep olduğunu anlayamamıştım ama o günden beri ne zaman bir Monet görsem aynı duyguya kapılıyorum.

Paris’ten sizi alıp, bence dünyada müzecilik konusunda en iyi olan ülkeye, İngiltere’ye götüreceğim. İngilizlerin her şeyi sergileyebilmek gibi bir yetenekleri var bence. Her objeden sergilenebilir bir konsept çıkarabiliyorlar. Gördüğüm en iyi müzeler, bakın eserler demiyorum, İngiltere’de bulunuyor. Londra’daki İngiltere’nin ihtişamlı tarihini önünüze seren zarif “Victoria and Albert”, bünyesindeki 80 milyon civarında obje ile dünyanın önemli doğa tarihi koleksiyonuna sahip  “Natural History Museum”, hemen yanında bulunan ve bilim meraklılarının ağzını sulandıran “Science Museum” ve niceleri zaten her gidişimde mutlaka zaman ayırıp tekrar tekrar ziyaret ettiğim müzelerden.

Ben yine başka bir yerden bahsedeceğim. Kurgu bir adreste, kurgusal bir karaktere adanmış minik bir müze burası. Adresi, “221B Baker Street” yani “Sherlock Holmes Müzesi”. Bu 3 katlı georgian tarzı binanın dekorasyonu Sir Conan Doyle’un romanlarında anlattığı döneme sadık kalacak şekilde yeniden yaratılmış. İçinde Holmes’un büyüteci, kabak piposu, not defteri gibi eşyaları ile 1984’de yayınlanan dizideki dekorlar ve balmumu canlandırmalar bulunuyor.

Bu evin kapı numarası aslında Baker Caddesi’nde 237 ve 241 numaraları arasında yer almasına rağmen, 1990 yılında Westminster Şehri tarafından 221 B olacak şekilde değiştirilmiş.

Londra’da bu kadar müze varken neden burası derseniz, yıllarca Sherlock Holmes kitapları okumuş, okurken kendini bazen Sherlock bazen Watson olarak hayal etmiş biri olarak Londra’ya yaptığım ilk seyahatimde listemdeki görülecek ilk yerdi. Valizimi kaldığım yatakhaneye fırlattığım gibi koşarak buraya gitmiştim. Hayal ettiğim kadar etkilenmemiş olsam da “ustalara saygı”dandır diyerek ilk adım attığım yer orası olsun istemiştim.

Hazır Londra’ya kadar gelmişken hızlıca Edinburg’a geçelim. Londra’daki büyük abileri kadar görkemli olmasa da “National Museum of Scotland”da beni çok etkilemişti. Chambers Street’teki modern binada bulunan Bilim ve Teknoloji Galerisinde, yetişkin hücreden klonlanmış ilk memeli olan koyun Dolly’nin doldurulmuş bedeninden Antik Mısır kalıntılarına kadar sergilenen geniş bir koleksiyonu ziyaret edebiliyorsunuz.

Diğer müzelere kıyasla içeriği de, sergilenme şekli de bana kaotik ve dağınık gelmesine rağmen, her köşeden farklı bir nesne çıkması ve bunların sanki öylesine bırakılmış gibi durması, merak duygumu canlı tutarak “nerd” tarafımı beslemişti. Nesnelerin düzensiz görünen düzeni içinde, aynı salonda attığım her ikinci turda, ilkinde fark etmediğim bir şeyi görmenin garip bir şekilde beni heyecanlandırdığını hatırlıyorum.

Sırada tadını, oraya yerleşmedikçe çıkaramayacağımı düşündüğüm bir şehir var. Floransa… Yine tahminlerin aksine Uffizi galerisi ya da Pitti Sarayı’ndan değil, belki de çoğunuzun varlığını bilmediği Galileo Müzesi’nden bahsetmek istiyorum.

Bilim ve teknolojiye ilgi duyan herkes için bir hazine olarak gördüğüm müzede, Galileo’nun Jüpiter’in uydularını keşfettiği teleskobundan kullandığı aletlere, simyacı stüdyosu modeline, tartı ve ölçüm aletlerine kadar Rönesans döneminden kalma pek çok objeye ve onlarca küreye, pek çok nesne sergileniyor.  Ayrıca 14. Yüzyıldan bu yana yapılmış 15bin kadar akademik araştırmayı içeren bir kütüphanesi de mevcut.

Floransa Üniversitesi tarafından, İtalya’nın bilimsel koleksiyonlarını “biriktirmek, kataloglamak ve restore etmek için” 1927’lerde “Istituto di Storia della Scienza” olarak toplanan koleksiyon, iki yıl sonra kalıcı olarak sergilenmek üzere şimdiki yeri Palazzo Castellani’ye taşınmış ve adı 2010’da Museo Galileo olarak değiştirilmiş.

Bir “globe” yani “küre” ve harita koleksiyoncusu olarak, sanırım bu kadar çok küre ve haritayı bir arada görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Yüzyıllar öncesine ait aletlerle, bu kadar gerçekçi hesaplar yapılabilmesi, Galileo gibi bir dehaya hayranlığımı daha da arttırmıştı.

Listemdeki son müze ise, spora ilgi duyan herkes için bir cennet olan Atina’daki Olimpiyat Müzesi.  Merkezden yaklaşık 1 saat uzaklıkta bulunan Atina Olimpiyat Stadının karşısındaki alışveriş merkezinin içinde ufak bir yer burası. Olimpiyatların tarihinden, modern olimpiyatlarda kullanılan afişlere, sporcuların kullandığı orijinal ekipmanlara kadar pek çok şeyi görebiliyorsunuz.

Mimari açıdan, Atina Olimpiyat Müzesi’nin genel yaklaşımı ve yapı felsefesi, Olimpiyat Oyunları’nın kültürünü ve tarihini tanıtmaya adanmış. Müze, bir yaya köprüsüyle Atina Olimpiyat Atletizm Merkezi “Spiros Louis”e bağlanmış, böylece ziyaretçilere 28. Olimpiyat olan 2004 Atina Olimpiyat Oyunları’na zamanda yolculuk yaparak özel bir deneyim yaşama fırsatı daha vermiş.

Benim içinse, yıllarca televizyondan takip ettiğim, çocukken katılıp ülkeme madalyalar getirmenin hayalini kurduğum, belki de her sene yaz kış demeden babama “olimpiyatlar ne zaman başlayacak” diye sorduğum bu önemli spor etkinliğine bir ucundan da olsa dâhil olmuşum hissi vermesi burayı önemli yapıyor.

Aslında “müzeler” listem çok kalabalık. İçlerinde bilindik müzeler olduğu gibi, yukarıda yazdığım ufak ve daha az bilinen onlarca yer var. Bazılarını sevmemin ve bazılarını sevmememin de kendimce nedenleri var.

Müzeler, sadece antik kalıntıların ya da ünlü tabloların sergilendiği, soğuk ve sessiz binalar değil bence. Çoğu insanın, hava yağışlıyken vakit geçirmek için sığındığı yerler de değil. Tarihle, sanatla, bilimle, sporla buluşup, gerçek anlamda zaman yolculuğu yapabildiğimiz ufkunuzu açan muhteşemlikte yerler müzeler.

Sadece yurt dışında değil, yaşadığınız şehirdeki müzeleri de zaman zaman ziyaret edin. Yağmurdan ya da sıcaktan kaçmak için değil, yenilenmek ve değişmek için gidin.  Sakin bir müzik açın, yavaş yavaş içeride dolaşın. Elinizde “bu müzede görülmesi gereken eserler listesi” de olmasın. Her eserin yanındaki açıklamaları da okumayın. Bırakın siz önlerinden geçerken sessizce sizi çağırsınlar. O sesi duyduğunuzda önlerinde durun ve neden onca eserin içinde onun sizi etkilediğini düşünün. Bir resimse fırça darbelerinin içinde kaybolun, bir objeyse onu kullananları düşünün. Bir kıyafetse, onu giyen birinin nereye gittiğini hayal edin. Kısa bir zaman yolculuğu yapıp hayata birkaç saat ara verin.

PAYLAŞ
Exit mobile version