Çarpıcı Orta Çağ yapıları, nereye çıkacağını kestiremeyeceğiniz dar geçitleri, sert viskileri ve her an bastırabilen yağmurlu havası ile Edinburgh’u gezerken, tarihini gölgede bırakacak kadar çok gizeme de ev sahipliği yaptığını farkedeceksiniz.
Aydınlanma Çağı’nın hareketli yaşandığı bölgelerden biri olan bu topraklar, adını 5.yüzyılda İrlanda’dan göçerek adanın kuzeyine yerleşen Scotia halkından almış. Üç ana bölgeye ayrılan İskoçya’nın Central Belt bölgesinde yer alan Edinburgh ise 1437’den beri İskoçya’nın başkenti.
İskoçya denince akla ilk gelen kıyafet olan kilt, eskiden ava giderken giyilen ve dizlere kadar uzayan bir kumaştan evrilmiş. Klanlara göre farklılık gösten bu etek, 1747- 82 arasında İngiltere Kralı tarafından yasaklansa da İskoçyalılar kilt giymeye devam etmişler.
Şehrin sokakları, birbirlerine daracık geçitler ve merdivenlerle bağlanıyor. Bu sokak isimlerinin sonları ise
Wynd ve Close ile bitiyor. Zamanında Wynd, halka açık ve genellikle bir at ve araba için yeterince geniş bir cadde iken, Close daha dar geçişler ve ucunda özel mülkler bulunan sokakları ifade ediyormuş.
Edinburgh hem UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde hem de UNESCO Yaratıcı Şehirler Ağı’na dahil. Telefonun mucidi Alexander GrahamBell’den, Sherlock Holmes’un yazarı Sir Arthur Conan Doyle’a, Dr. Jeykll ve Mr. Hyde’ın yazarı Robert Louis Stevenson’a pek çok yazar, bilim adamı ve filizofa ev sahipliği yapmış. Günümüzün popüler serisi Harry Potter’ın yaratıcısı J.K. Rowling’in de şehirin cazibesini arttırdığı bir gerçek. Özellikle benim gibi bir “potterhead” iseniz.
Edinburgh’a bir kaç sene önce, Haziran başında gitmiştim. Otelimi havalimanından kalkan tramwayın son
durağı olan York Place’e yakın bir yerde ayarladım. 15 dakikada bir kalkan tramway ile şehire 30 dk’da ulaşıyor ve gidiş dönüş için 9 £ ödüyorsunuz.
Sabah kalabalık bastırmadan Edinburgh Kalesi’ni ziyaret etmek üzere yola koyuldum. Sıra beklememek
için biletimi 18£ ödeyerek online almıştım. CastleRock isimli volkanik kayanın üzerinde yükselen ve
12.yüzyılda İskoç Kralı tarafından yaptırılan kale, sayısız tarihi olaya sahne olmuş. Kale içinde St. Margaret
Şapeli, kraliyet mücevherlerinin ve taç giyme taşı olarak anılan Kader Taşı’nın sergilendiği Taç Odası, İskoçya Ulusal Savaş Müzesi, Britanya’nın en iyi ahşap oymaları ile süslü Great Hall, kraliyet köpekleri mezarlığı gibi ziyarete açık birçok yer bulunuyor.
İyi korunmuş tarihi yapıları ve kendine has kültürünün yanında Edinburgh, tarihteki pek çok gizemli ve karanlık olaya da sahne olmuş. Mesela 15-16. yüzyılları arasında cadı olduğuna inanılan kişilerin ellerini bağlanarak bir göle atılıyor, sağ kalırsa cadı diye öldürülüyor, boğulursa cadı değil diyerek gömülüyormuş. Bu süre boyunca çoğu kadın yüzlerce kişinin, cadı olduğu şüphesi ile öldürüldüğü düşünülüyor.
Kalenin hemen altındaki meydana çıkmadan sağda, ufak bir plaka ve dökme demirden bir çeşme göreceksiniz. Adı Witche ’s Well yani Cadı Kuyusu olan bu çeşme, zamanında Castlehill’de cadılıkla suçlanıp kazığa bağlanarak yakılanların anısına yaptırılmış. Kabartma ve civatalarında Wiccan sembolleri, tıp ve sağlık tanrıçaları ile yüksükotu bitkisi desenleri bulunuyor.
Kale turunu bittirdikten sonra şehrin sunduğu muhteşem binalara karşı zaafım olsa da, 1 saat sürecek olan ücretsiz Harry Potter Turu’ndan önce kahvaltı molası vermek için The Elephant’s House isimli kafeye gittim. Burası, J.K.Rowling’in, Felsefe Taşı adlı kitabını yazarken geldiği kafelerden en çok ünleneni. İçeriye girdiğinizde, Edinburgh Kalesi’nin sizi başka bir dünyaya çağıran manzarasını görüp, bu serinin nasıl yazıldığını anlayabilirsiniz. Bu arada, Harry Potter hayranlarının tuvalet duvarlarına yazı yazması bir gelenek olmuş.
Yürüyüş turu, cafe’nin yakınında bulununan 4.George köprüsünün bitimindeki, Greyiars Bobby çeşmesi önünde başlıyor. Terrier cinsi bu köpeğin sahibi öldükten sonra, 14 sene boyunca mezarının başından
ayrılmadığı söyleniyor. Bobby’nin sadakatinden etkilenen halk ise heykelini dikmeye karar veriyor. Bobby’nin burnunu okşamanın ise şans getireceğine inanılıyor.
Rehberimiz bizi Gryffindor forması ile karşıladı. Turumuzun ilk durağı şehrin merkezindeki tarihi Greyfriars Kirkyard mezarlığıydı. J.K. yazmak için bazen bu mezalığa uğrarmış. Mezar taşlarında Potter, McGonagall, Thomas Riddell gibi serideki bazı ikonik karakter isimlerini görüyoruz. Hogwarts ise aslında aristokrat ve zengin çocuklarının gittiği George Harriet’s School’un yansıması. 4 kulesi var ve her kulenin 4 farklı rengi bulunuyor. Tıpkı Hogwards’ta olduğu gibi.
Turumuzu, Diagon Alley’in ilham kaynağı olan büyülü alışveriş caddesi Victoria Street’te bitirdik.
1800’lerin başlarında, eski şehir bölgesini canlandırmak için yapılan cadde, renkli cephelerin Orta Çağ mimarisi ile bir karışımı. Elbette bu caddede kafeler ve mağazalar kadar, lisanslı HP ürünlerinin satıldığı dükkânları da var. Bu sempatik sokağın tadını çıkardıktan sonra caddenin sonundaki ufak arabada satılan
lezzetli dondurma ile kendinizi ödüllendirmenizi tavsiye ederim.
Yolumu National Museum of Scotland’a yani İskoçya Ulusal Müzesi’ne çevirdim. Chambers Street’teki modern binada bulunan Bilim ve Teknoloji Galerisinde, yetişkin hücreden klonlanmış ilk memeli olan koyun Dolly’nin doldurulmuş bedeninden Antik Mısır kalıntılarına kadar sergilenen geniş bir koleksiyonu ücretsiz ziyaret edebiliyorsunuz.
Kentin Orta Çağ atmosferini yansıtan, bir ucunda Edinburgh Kalesi, diğer ucunda II. Elizabeth’in
şehirdeki konutu Holyroodhouse Sarayı ile sınırlanan Royal Mile caddesi 1 İskoç mili yani yaklaşık
1.8km uzunluğunda. Cadde üzerinde Edinburgh Müzesi, Yazarlar Müzesi, Mary King’s Çıkmazı gibi pek çok
tarihi ve tursitik bina bulunuyor.
Bu caddedeki St Giles Katedrali’nin içinde ise 19.yüzyıldan kalma etkileyici vitraylar ve İskoçya’nın en önemli şövalye birliği olan Devedikeni Tarikatı’nın şapeli bulunuyor.11.yüzyılda yapılan katedralinin dışarısında, yerdeki kalp şeklinde mozaik dikkatinizden kaçmasın. Midlothian’ın Kalbi isimli bu mozaik, 1800lerin başında yıkılan ve zamanında Birleşik Krallığın en zorlu hapishanesi olan Tolbooth’un girişini gösteriyor. Edinburghlular şans getirmesi için bu mozaiğe tükürmeyi adet edinmiş.
Dikkatinizi çekebilecek olan yerlerden biri de Last Drop isimli pub. Buraya, idam mahkûmları, son içkilerini içmeleri için getirilirmiş.
Bu arada, Orta Çağ’da kanalizsyon sistemi gelişmemiş olan şehrin bu bölgesinde yaşa yanlar,
işleri bittiğinde lazımlıklarını “suya dikkat” diye bağırdıktan sonra sokaklara dökerlermiş. The Royal Mile’ın High Street bölümünde bulunan The World’s End Close isimli dar geçidin hikâyesi de enteresan. 15. yüzyılda şehrin dışına bir dizi savunma duvarı inşa edilmiş. Şehrin giriş kapılarından biri de Netherbow Limanı girişi olan ve iki yönlü kapılar ile kapatılan bu geçitmiş. O dönem, Edinburgh’ta yaşıyor olsanız bile her geçişte para ödemeniz gerekiyormuş. Yüksek olan bu ücreti ödeyemeyenler şehrin surları içinde mahsur kalıyormuş. Önceleri Swift’s Close isimli geçitin adı sonradan “dünyanın sonu” olarak değiştirilmiş.
Akşamüstü Edinburgh’un en bilindik simgelerinden olan Scott Anıtını ziyaret ettim. 1846’da gotik tarzda yapılan 61 mt yüksekliğindeki bu anıt, dünyada bir yazara adanan en büyük anıt olma özelliğini taşıyor.
Akşam yemeği için, Sherlock Holmes’un yazarının doğduğu evin bulunduğu York meydandaki ThebConan Doyle isimli pub’a uğradım. Klasik bir fish and chips ve bar sahibinin önerdiği bir yerel İskoç birası eşliğinde18 £’a yorgunluğumu ataraken, mekanın huzurlu atmosferinde Sherlock’a saygılarımı sundum.
Ertesi gün The Scottish National Gallery yani İskoçya Ulusal Galerisi’nden başladım. Princes Street yakınlarında, neoklasik tarzdaki bina, 1859’da halka açılmış. Ücretsiz ziyaret edebileceğiniz bu müzede Rembrandt, Vermeer, Monet, Cézanne ve Van Gogh gibi ressamların eserlerinin yanı sıra geniş bir İskoç seçkisi de sergileniyor.
J.K.’in 2007’de Ölüm Yadigarları isimli kitabını yazarken konakladığı 552 numaralı suiti ile de meşhur olmuş, şehrin en görkemli binalarından olan Balmoral Otelinin önünden devam ederek, plansızca kendimi Edinburgh’un dar geçitlerine ve sonu görünmeyen merdivenlerine emanet ettim. Birden önüme çıkan ve menüsünden çok memnun kaldığım Southern Cross Cafe’de doyurucu bir öğlen molası verdim. 1,5 gün gibi çok kısıtlı bir süre ayırabildiğim bu şehrin, çözmemi beklediği onlarca gizemini geri bırakarak otele geri döndüm.
Edinburgh’a uzunca bir zaman ayırmanızı tavsiye ederim. Zira sanatseverseniz sadece portrelere adanmış Portre Müzesi ile Matisse, Picasso, Warhol, Dali gibi sanatçıların da aralarında olduğu modern sanatın örneklerine ev sahipliği yapan Modern Sanat Müzesi sizi bekliyor.
Doğa yürüyüşlerini sevenler arasında çok popüler olan, 251 mt yüksekliğinde sönmüş bir volkanik kayanın üzerindeki Arthur’s Seat ile UNESCO Miras Dünya Listesi’ndeki Calton Hill’i sayabilirim. Şehre, Kuzeyin Atina’sı denmesine sebep olan akropol düzenindeki bu tepede, filozof Dugal Stewart için yapılan Dugal Anıtı, Trafalgar savaşında hayatını kaybeden amiral için yapılan teleskop şeklindeki Nelson Anıtı ve Atina’daki Parthenon’dan ilham alınarak inşa edilmeye başlanan yapı bu tepeyi cazibeli kılıyor.
İskoçya’ya gelip “hayat suyu” hakkında daha detaylı bir deneyime sahip olmak isteyen viski tutkunları için
The Scotch Whisky Experience ziyaretçiler arasında popüler yerlerden.
Şehrin karanlık sırları ile ilgileniyorsanız, kendinizi İskoçya’nın ürkütücü hikayelerinin içinde bulacağınız
tematik eğlence merkezi Edinburgh Zindanını ya da şehrin 17. yüzyılda vebaya yenik düşmesinden
sonra etrafı duvarlarla çevrilip dramatik bir karantina bölgesine dönüştürülen ve birkaç yüzyıl sonra bir yol
kazısı sırasında bulunan, yeraltı mahallesi Mary King’s Close’u deneyimleyebilirsiniz. Daha da cesursanız,
Güney Köprsünün altındaki tonozlarda gelişen ve 1700’lerin sonunda şehrin suç merkezi haline gelen
Blair Caddesi Yeraltı Mahzenlerini rehberli turlar ile ziyaret edebilirsiniz.
Bununla yetinmeyip Birleşik Krallık’taki en iyi patoloji koleksiyonlarından birini barındıran Cerrahlar
Salonunu ve zamanda Edinburgh’a dehşet saçan suçlularına ait özel bir sergiyi gezebilirsiniz. 17. yüzyılda yaşamış Burke ve Hare isimli iki seri katil, tıp fakültesine kadavra sağlamak için mezar kazıcılığı yapmak yerine kurbanlarını geç saatlerde bardan çıkan sarhoşlar ve kimsesizler arasından seçermiş.
Edinburgh’un festivalleri de ünlü. Her yıl Ağustos ayında yapılan bir tiyatro şenliği olan Fringe Festival’e
katılabilir ya da Royal Edinburgh Military Tattoo kapsamında Edinburgh Kalesinin girişinde kurulan trübinlerde askeri grupların performanslarını izleyebilirsiniz.
Kelt döneminden kalma bir pagan geleneği olan ve 30 Nisan’da kutlanan Beltane Ateş Festivali ile baharı karşılayabilir ya da 9 Nisan’da ülkenin simgesi olan Tek Boynuzlu At Festivalinde geçit törenine katılabilirsiniz.
Heyecan verici onlarca alternatife sahip olan bu ufak şehride yapılabileceklerinizin sınırı yok aslında. İlham dolu bu ülkenin size sunacaklarına hazırlıklı olun.