Site icon Türkiye'nin Yeni Kadın Moda Dergisi – NYXmag

Gizleyebiliyor muyuz?

PAYLAŞ

Bazen kendimize bile söyleyemeyip saklamak istediklerimiz olur. Görmek, duymak istemez hatta düşüncesinden bile uzaklaşmaya çabaladıklarımız vardır. Gerçekten böyle yapınca, gizleyebiliyor muyuz?

Geçtiğimiz haftalarda katıldığım bir sergi beni epey derin düşüncelere götürdü: “Gizli Bahçe – Secret Garden” sergisi. The Stay Boulevard Nişantaşı ve Eda Uras’ın kurucusu olduğu Otmar Uras ile birlikte hayata geçirilen “Gizli Bahçe” sergisinde uluslararası sanatçılar Esteban Fuentes de María, Camille Bruat ve Francesco Poiana’nın eserleri bulunuyor.

Beni derin düşüncelere sürükleyen iki farklı anın duygularımı hareketlendirmesiydi. Sergi açılışını beklerken tanıtım yazısı içinde okuduğum şu cümleler;

“İngiliz yazar Frances Hodgson Burnett’in aynı adlı kült kitabına atıfta bulunan “Gizli Bahçe”, ilk bakışta bir iyileşme hikâyesi gibi görünse de, aslında görünmeyenin açılış ritüeli olarak kurgulandı.”

ve sanatçı CamilleBruat’ın pandeminin dışarı çıkmanın yasaklı olduğu zamanlarda ortaya çıkardığı eseri anlatırken kullandığı ifadeler duygularımı hareketlendirdi!

Gizlendikçe mi belirginleşir?

Lise yıllarımda okumuştum “Gizli Bahçe” kitabını. Yazıldığı 1911 yılının şartlarının getirdiği ruhsal baskıları ve bunlardan kurtulabilmek için doğanın ve pozitif düşünmenin iyileştirici gücünün öneminden bahseden bir eserdir.

Birinci dünya savaşının hemen öncesindeki huzur ve iyileşme arayışlarının arttığı bir dönemde yazılmış olması dönemin sömürgecilik anlayışının etkilerini taşıyan bir kurgu gibi görünse de yazar Frances Hodgson Burnett’in kendi öz oğlunu kaybettiğinde hissettiği derin hüznünden beslenmiştir. Kitaba dair fazla bir şeyler yazıp, okumamış olanlar için yönlendirici olmak istemem.

Gizli Bahçe sergisini gezerken kitabın içerisindeki acıdan uzaklaşmak için saklanan bahçenin, nasıl bir iyileşme alanı halline geldiğini takıldı düşüncelerim. Özellikle Camille Bruat’ın pandemi zamanında evinin penceresinden görünenleri resmettiği eserlere uzun uzun baktım. Pandemi zamanlarındaki evlerimize resmen hapsolduğumuz kısıtlı hallerimiz zihnimden film şeridi gibi geçti. Çoğumuzun 2020 yılına dair hatırladığımız çok az şey var. Sonraki yıllarda arkadaşlar arasında konuşken pandeminin ne zaman ilan edilip ne zaman kaldırıldığına dair tutarsız tarihler söylediğimiz anlar halen hafızamda taze. Çoğunlukla unutmak istedik sanırım; yalnızlık, korku, çaresizlik ve belirsizlik hislerinin gölgesindeki o günlerimizi…

Ne kadar gizleyebiliyoruz çektiğimiz acıları? Ne kadar görmemeyi başarıyoruz travma saydığımız yaşadıklarımızı? Ya da gerçekten gizleyebiliyor muyuz? Başkaları görmesin diye sarıp sarmaladığımız duyguların ne kadarını saklayabiliyoruz gerçekten?

Sanat ve edebiyatın da sanırım bizlerin bu derin düşüncelere dalmamızı sağlamak gibi güçlü de bir etkisi var!

Bir ben var bende, can çekişiyor içimde!

Duygu ve düşüncelerimizin dışarıdan anlaşılmasında beden dilimiz en çok etkiye sahip.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki bir iletişim anında kelimler %10, ses tonu %30, %60 oranında da beden dilimiz anlatmak istediklerimizi etkiliyor. Peki beden dilimizi kullanmayı öğrensek bile en çok neler beden dilimizi etkiliyo? Tabii ki duygularımız! Duygular, beden dilimizi etkileyen en önemli ve temel faktörlerden biridir. ​

​Biz sussak bile bedenimiz sürekli konuşur ve bu genellikle duygu ve düşüncelerimizin en güçlü taşıyıcısı olarak kabul edilir. Dışarıya bambaşka kelimeler ile ulaşıp duygusal durumumuzu gizlemeye çalışsak bile, beden dilimiz çoğu zaman gerçek hislerimizi sızdırıyor.

​Korku, sevinç, üzüntü, öfke, şaşkınlık ve iğrenme gibi olumsuz temel duyguların yüz ifadeleri, kültürler arası farklılıklara rağmen büyük ölçüde evrensel olarak kabul edilir. Yani bu duygular, dünyanın pek çok yerinde benzer yüz kası hareketleriyle ifade edilip istem dışı ve bilinçsizdir.

​​Eğitimlerimde “Dengenin 3D’si” olarak anlattığım duygu, düşünce ve davranış üçlüsü her zaman etkileşim halindedir ve bu etkileşim tek yönlü de değildir. Duygularımız düşüncelerimizi etkiler ve bu davranışlarımıza yansır. Aynı şekilde davranışlarımızın de düşünce ve duygularımızı etkilemektedir. Örneğin, dik durmak veya gülümsemek kendimize olan güvenimizi ve ruh halimizi hafifçe iyileştirebilir.

​Duygu ve beden dili, birbirini sürekli olarak etkileyen ve yansıtan, ayrılmaz bir bütündür. Bu nedenle, bir kişinin ne hissettiğini anlamak için sıklıkla söylediklerinden çok, beden diline dikkat ederiz.

Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar!

Çoğumuz olumsuz duygularını dışarı yansıtmayı farklı sebeplerden ötürü istemeyiz. Güçsüz görünmek istememe bu sebeplerin en yaygınıdır. Biz ne kadar çabalasak da duygularımız bir şekilde kendini ele verecektir.

Duygularımızı saklamanın olumsuz etkilerinin olduğu birçok araştırma sayesinde artık bilinen bir gerçektir. Rahmetli anneannemin bir lafı geldi aklıma; “insanın bacası yok ki tütsün!” İçinde bir dert varsa dışarı çıkar demek isterdi. İçine atarsan, için için yanarsın demekti.

Araştırmalar da bunun tam da böyle olduğunu gösteriyor: Duygusal ifadeyi bastırmanın yüksek bir bilişsel maliyeti vardır. Kişi, hissettiği duyguyu gizlemek için zihinsel kaynaklarının önemli bir kısmını kullanır. Faydalı alanlar için kaynağımız tükenir. Özellikle hafıza merkezimiz sürekli bastırmak istediği duyguya odaklı olduğu için, eş zamanlı yapılan diğer eylemde başarısızlıklar görülebiliyor.

Duyguları bastırmaya çalışırken bedenimizde de fizyolojik uyarılmalar oluyor; kalp atışımızda artış, deri iletkenliğinde yükselme, bazı kas sistemlerinde kasılma ve kramplar gibi. Uzun zamanlı bastırma hali sonucu kronik rahatsızlıkların meydana gelmesi bile mümkün.

Kronik duygusal bastırma, çeşitli ruh sağlığı sorunlarıyla da ilişkilendirilmiştir. Duygusal bastırma eğilimi, depresyon, anksiyete bozuklukları ve düşük psikolojik iyi oluş (well-being) ile pozitif korelasyon göstermektedir. ​Bazı araştırmalar, duygularını sürekli bastırmanın bir noktada daha agresif tepkilerle veya duygusal patlamalarla sonuçlanabileceğini öne sürmektedir.

​Duygusal bastırma, sosyal etkileşimlerde de olumsuz etkilere yol açıyor. Duygularını gizlemeye çalışan kişi daha az samimi ve daha az çekici olarak algılanabilir. ​Duyguyu bastıran kişinin partnerleri veya etkileşimde bulunduğu kişiler, kişinin beden dilinin söyledikleriyle sözleri arasındaki uyumsuzluğun farkına varabiliyor. Bu da güvensizlik duymaları ve iletişimlerinde gerginlik yaşamaları sonucunu doğuruyor.

O halde zaten saklamayı beceremediğimiz duygularımızı bilinçli bir şekilde düzenleyip yönetebilmeyi öğrenmeliyiz.

Bilinçli tüketim sürdürülebilir davranışı güçlendirir!

​Bizler duygularımızı bastırmaya çalışırken duygularımızın gerektirdiği davranışlarımızı bilinçli olarak engellemeye çabalarız. Bu pek sürdürülebilir değildir.

Psikolog James J. Gross’un geliştirdiği “Duygu Düzenleme Süreç Modeli”, duyguların nasıl ortaya çıktığını ve bu süreçte insanların duygularını nasıl etkilediğini açıklamaktadır.

​​Gross, Duygu Düzenleme Süreç Modeli ile yaşadığımız duyguları, ne zaman ve nasıl deneyimleyip bunları ifade ederken nasıl etkilemeye çabaladığımızı açıklar ve iki ana kategoriye ayırır;  

Duygular, görmek istenmese de kendini ortaya çıkarmak gibi bir huyu vardır. O halde farkında olup en sağlıklı ve bize en faydalı şekilde ortaya çıkarmanın yolunu bulup yaşamalı.

Gizleyemediğini kucaklarsan kendiliğinden küçültürsün!

Yaşanmamış, bastırılarak yok edilmeye çalışılmış duyguların güçlenerek kendini ortaya çıkarma alışkanlığı vardır!

Fark edilen, kabul edilip kucaklanan her şeyin normalleşmesi gibi duygularımız da farkında olup kabul edildiklerinde daha normalleşirler. Sağlıklı şekilde ortaya çıkarmak ve duygularımıza sahip çıkmak için gizli bahçelere ihtiyacımız yok bence!

Kendimizi sevip, duygularımızı kucakladığımız ve yaşadığımız her şeyi kabullenip bize olan etkisini fark ettiğimiz günler için…

Bir sonraki yazımda görüşmek üzere J

PAYLAŞ
Exit mobile version