Writer: Şenay Çarkçı
Date: 02/11/2023
Bir yerde okumuştu.
HAZİNELER VİRANELERDE OLUR.
Ne kadar derin ve gerçek bir söz olduğunu bizzat yaşayarak tespit etmişti Nevval.
Annesi ile babadan hatta dededen yadigar Tarlabaşı’ndaki bu evde yaşıyordu. Çocukken kaybetmişti babasını.
Tek çocuktu el bebek gül bebek büyümüştü… Sanki daha sonraki yılların tesellisi gibi.
Annesi iyi bir terzi idi evde ısmarlama entariler dikerdi.
İstanbul’un değişen çehresi ile eski müşterilerinin kalmadığından bahsederdi arada.
Babası küçükken Nevval’e eskilerden Tarlabaşı’nın gerçek sahiplerinden, babasından, annesinden bahsederdi. Bazı yaşanmış hikayeleri ona masal gibi anlatırdı.
Bu güzel semtin sedir ağaçlarını, akasya bahçelerini, şık giyimli erkek ve kadınlarının esans kokularının ortalığa mis gibi saçıldığını ve zanaatkar, sanatçı, iyi yürekli Rum komşuları, o güzel yılları anlatırdı.
Nevval’in anneannesi de bir Rum’du. Dedesi İzmirli. Büyük bir aşkmış onlarınki. Kemal ile Feruş’un aşkı. Yasaklara, olmazlara karşın zaferle sonuçlanan.
Uzayın derinliklerinde saklı olduğunu düşünürmüş her anın, her hikayenin…
Bir zaman kırılmasında tekrar edilebilirliğinin olasılığı, bir umut yeşertirdi Nevval’in içinde.
İki yıl süren bir evliğin ardından annesinin yanına döndükten bir yıl sonra da annesi alzaymır olmuştu.
Lise ikiden terkti.
Bir dönem annesinin eski bir ahbabı olan Nişantaşı’ndaki bir butikte tezgahtarlıktan sonra arkadaşlarının tanıştırdığı Ömer’le kısa bir flört sonrası evlenmişti.
İlk yıl aşk meşk, ikinci yılın yarısı gam kasavet.
Sorasında boşandılar.
Annesi arada Nevval’i tanımaz, arada tanır bazen de bir başkası gibi davranırdı. Nevval’in içi acırdı her gün. Sadece ilaçlarını verip onun yanında olmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Çaresizdi. Babasından aldığı maaşla zar zor geçiniyorlardı.
Bir de alt kattaki kiracı Nihal Hanım’dan aldıkları kira yetişiyordu imdada.
Arada sıkıldığında evin arka cepheye bakan bahçe kısmına kaçar, orda kahve ve sigarasını içerdi.
Çocukluğundaki gibi bakımlı ve düzenli olmasa da yine de huzur veriyordu aralarda arsızca açmış papatyalar.
Küçük taşlarla babası ile bir köşeye ayırıp ektikleri pembe ortancalar hala açıyordu.
Bazı yerleri hafif paslanmış beyaz demir masa ve sandalyelerde zamanında ne güzel yaz akşamları, ne sohbetler, sazlar, şarkılar çalınırdı.
Artık yıkılıyordu Tarlabaşı…
Seksenlerden sonra bir harabe, bir bilinmezlik yuvası olmuştu burası.
Annesinin bir hastaneye yatmasını öneriyordu doktoru. Nevval başlarda kabul etmese de üçüncü yıldan sonra başka çaresi olmadığını anladı. Annesi daha da kötülemişti. İşlemleri tamamladıktan sonra annesini çok üzgün ve gözyaşları içinde hastaneye yatırdı.
Ona sarılıp göz yaşları içinde gözlerine baktı. Tüm yaşanmışlıklardan bir iz aradı ama nafile…
Bomboş bir beyaz sayfa gibi bakıyordu terzi Nargihan Hanım… Eskileri özleyip anmaktansa silmeyi seçmişti belki de kim bilir…
O gece camın önündeki tik ağacından yapılmış ahşap çağla yeşili kanepeye uzandı.
Bu iki katlı evi satmayı geçiriyordu kafasından zaten yaşanmaz bir hal almıştı Tarlabaşı. İti kopuğu, hırlısı hırsızı gelip çöreklenmişti bu sahipsiz ve bakımsız kalmış evlere…
Bitmiş gibi görünse de aslında o da hissediyordu akşam Arnavut kaldırımı, koyu gri sokaklara eskilerin gölgeleri düşerdi. O eski komşuların, dostların, aşıkların…
Bu evin arka bahçesinde el ayak çekilince Feruş ve Kemal buluşur, öpüşürlerdi. Bir gölge oyunuydu aslında perde arkasında aslı perde önünde kuklalar.
Nevval hep farklı, farkındalıklı biriydi. Onun için madde ağır, o manaya tutkuluydu.
Bir ara yattığı yerden hole açılan kapının solundaki annesinin dikiş makinesine ilişti gözü. Siyah üzerinde yaldızları biraz silinse de sarı lameli işlemeleri ile yeni gibi duruyordu oysa çok eskiydi artık böylesi üretilmiyordu. Birden annesinin hayatını, işini, yaşadıklarını, aşkını, hayal kırıklıklarını yazmak isteği oluştu içinde… Sonra “Babamın ihanetini yazmalı mıyım?” diye geçirdi içinden.
Bir başlık bile bulmuştu.
“Eski dikiş makinası…” olmalı diye geçirdi aklından. Bu diğer yazdığı küçük hikayeler gibi olmayacaktı.
Birden bir bağrış çağrışla irkildi, açık olan camdan aşağı baktı. Nihal Abla çalıştığı barda içkiyi fazla kaçırmış, onu getiren taksiciyle bir sebepten atışıyordu.
Tanıdık manzara idi ama biraz uzayınca indi, Nihal Abla’yı sakinleştirip taksiciyi yolladı.
Akmış rimelleriyle Nevval’in yüzüne bakıp “Ben bu pezevengi çok sevdim
ama o benim paramı yemek istiyor.. Bu nasıl bir dünya” diye bağırıp çağırıyordu. Saçı başı dağılmış, biraz hırpalanmış gibiydi.
Nevval onu yatırdıktan sonra anladı ki aslında insana dair bir şey değişmiyor. Sadece üsluplar, gerekçeler, yaşanmışlıklar değişiyor.
Kim bilir belki bir elli yıl sonra Nihal’in de gölgeleri düşer Tarlabaşı sokaklarına…
Zaman büyücüsünün gölge oyunları bitmez…
Ha naif hanımefendi terzi Nargihan, ha bar çalışanı kırmızı rujlu Nihal…