Geçmiş bugün ve gelecek iç içe geçmiş demir halkalar gibidir. Birbirinden bağımsız. Fakat aynı ölçüde birbirine bağlı. Bir yerde okumuştum; güneydeki bir kelebeğin kanat çırpışları yıllar sonra batıdaki fırtınanın sebebi olabilirmiş. Kadim bilgilerdeki şifreler gün yüzüne çıkmayı bekler.
Ben oldum olası evrensel bir sorgulama, bilinmeyeni araştırma, gözlemleme ve öğrenme aşığı biri oldum. Bana göre her insan birçok potansiyel ve sıfır bir bellekle doğar. İşte aslolan, bu yaşam formunda belleğe neler doldurduğun, ne kadarını hayata geçirebildiğin, ne öğrendiğindir. Fakat yaşam şartları mı dersiniz kader mi dersiniz bilemiyorum. Ben biraz varolmanın dayanılmaz hafifliği, biraz da kapitalizm diyorum…
Savrulmuş, farklı yaşamlara itilmiş insan sayısı nüfusun yarısından fazla bana göre.
Bak aklıma ne geldi; yıllar önce ev sahibimiz olan Zafiye abla. Hiç okula gitmemiş kendisi. Kocası o küçük ilçenin toprak zenginlerinden. Üç çocuğu vardı. Bahçeyi eker biçer, evden pek çıkmaz sakin bir kadın. Çok da temiz kalpli, güler yüzlü idi.
Biz alt katta, onlarda bir üstte otururlardı. Arada bir kapı önünde selamlaşır, bazen küçük sohbetler ederdik. Bir gün yine böyle o bahçede, ben balkonda laf lafı açtı, ben resim yaptığımı, bana iyi geldiğini söylemiştim. O da “Ben de yaparım çocukluğumdan beri. Çok severim. Bir resim defterim var, gösteririm sana” demişti.
Açıkçası neden bilmiyorum ama hem de ön yargılı biri olmadığım halde ne olabilir işte cinaliden hallicedir diye geçirmiştim içimden. Aradan birkaç gün geçti. Tam kapıdan çıkıyordum ki merdivenlerden elinde büyük bir resim defteri ile indi. “Sana demiştim ya” dedi “bak resimlerim.” Ayak üstü şöyle bir bakayım dedim ve şaşırmıştım hiç unutmuyorum. Gölgeleri, ışıkları, vurguları eksiksiz kara kalem çalışmaları. Portreler, objeler, manzaralar…
“Bunlar ne kadar güzel” dedim. O da bana “Ben çocukken bizim köyde bir kağıt bir kalem buldum mu bir şeyler bulur onlara bakarak çizmeye çalışırdım. Bahçedeki odunları üst üste koyar resmini yapaya çalışırdım. Etraftakiler bana gülerdi.” demişti.
Hiç okula gitmemiş, resim yapmakla ilgili hiçbir kursa, eğitime katılmamış o kadının resimlerini herkes görsün isterdim … Gerçi tarihteki en eski ressamlar da kimden almıştı ki bilgileri. Bir bakıyorsun arkadaşının tiyatroya yeteneği olduğunu o ancak kaynanasının taklidini yaparken anlayabiliyorsun. Kendi bile farkında değil.
Demek istediğim şu; önce yetenek sonrada eğitim. Eğitim olmadan da olmaz fakat yetenek yoksa Oxford bitirse nafile.
Ne kazanabilir ya da en çok ne kaybedebilir ki insan hayatta …
Aynı griye bakan farklı kışlarımız var artık…
Hayata geçiremediğimiz, içsel yolculuğumuzu tamamlayamadığımız bir döngü.
Belki de her şey en başından belli. Bilemiyorum…
Ya da işte daha önce de söylediğim gibi var olmanın dayanılmaz hafifliği…
Zaaflarımız, zayıflıklarımız, seçimlerimiz …
Aslında geç de olsa anlıyorsun. Bütün bu olan bitenin dışında bunca etiket sırtında…
Ondan bundan yana.
Oralı buralı olmaktan.
Ve bunca dünyalık, hırs içinde tek gerçek; bu bir yolculuk.
İnsanın kendisine, kendi özüne yolculuk.
Bir, kuşun kanadı olup havalanmakta,
Bir, kedinin gizlerini öğrenmekte.
Portakal çiçeğini kopartmadan koklamakta,
Taze bir bardak çayda saklı.
Yaşamın mucizevi ayrıntıları.
Aşk korur bir tek masumiyetini,
Sevgiyle yol alırsın engin denizlere…
Bir tek böyle tamam olur, bir olursun evrenle…
Bilip de unutturulanı anca böyle anımsatırsın zihinlere.
Nerede ve kim olursan ol,
Bu dünyanın dışındaki seni bul …
Yorgun, yılgın, bitap, biçare olabilirsin.
Unutma hazineler viranelerde olur.
Benim işim de gücüm de bu;
Madde ağır, manaya aşinayım
Son olarak aborijinlerin çok sevdiğim bir atasözünü paylaşmak isterim; yanılmıyorsam şöyle idi:
BEN BURAYA SEVMEYE, GÖRMEYE, ÖĞRENMEYE GELDİM… BİR GÜN EVİME GERİ DÖNECEĞİM.
Şenay ben.