Baştan belirteyim, Roma’yı anlatmaya sayfalar yetmez. Hatta sadece Roma değil, oradaki tek bir bina için bile kitaplar yazılabilir. Bense sadece defalarca ziyaret ettiğim ve çok sevdiğim bu şehre, doğum günümde yaptığım kısacık seyahatten bahsedeceğim.
Bir süre önce, Londra’da yaşayan arkadaşımla Roma’da buluşmaya karar vermiştik. Aslında plan çok basitti. 2 günde özlediğimiz birkaç yeri ziyaret edip, İtalyan tembelliğinin ve leziz mutfağının tadını çıkaracaktık.
Havaalanındaki coşkulu kavuşmamızdan sonra şehre ulaşıp valizlerimizi Spagna Bölgesi’nde tuttuğumuz pansiyona attık ve Pastificio Guerra’ya koştuk. Burası günlük olarak taze makarna yapan çok eski bir restoran.
Öğlenleri hizmet veriyor ve menüsünde sadece o güne özel iki çeşit makarna oluyor. Roma’ya ikinci gidişimde keşfettiğim, o dönem turistlerin pek bilmediği bir yerdi. Hâlâ Roma’da yiyebileceğiniz en uygun fiyatlı ve lezzetli taze makarnaları üretiyorlar.
Oradan çıkar çıkmaz, aynı sokaktaki Pompi’den tiramisumuzu alıp, İspanyol Merdivenleri’ne ilerledik. Bu iki dükkan da Spagna Meydanı yakınındaki Via Della Croce’de bulunuyor. Her ne kadar yeni dönem gezginler Two Sizes’ı övse de Pompi hâlâ benim ilk göz ağrım.
Şehre saat 3 civarı ulaştığımız için hızlı bir Roma turuna vaktimiz vardı. Elbette ilk hedefim Pantheon’du. İlk defa, Avrupa Mimarlık Tarihi derslerinde, Prof. Dr. Günkut Akın hocamın slaytlarında gördüğüm bu binaya, tanımlayamadığım bir bağım var benim.
Pantheon, Yunanca “tüm tanrıların tapınağı” anlamına geliyor. MS 125’te tamamlanan yapı, 7. yüzyıldan beri kilise olarak kullanılıyor. Roma’daki en eski beton kubbeli bina olarak dikkat çekiyor. Bu kubbe, hafif sünger taşı ve ponza taşı karışımından yapılan özel bir betonla inşa edilmiş. Roma mimarisi ve mühendisliğinin en büyük başarılarından biri olan 43 metrelik kubbenin tam tepesinde, “Oculus” (göz) adı verilen 8 metre çapında bir delik bulunuyor. Bu delikten gökyüzünü izlemek, her ziyaretimde beni büyüler; özellikle bir gün kar yağarken burada olmayı hayal ederim. Yazık ki Roma’ya en son 2018’de kar yağmış.
Her yıl, Paskalya’yı takip eden 50. günde kutlanan Pentekost bayramında ise, Kutsal Ruh’un yeryüzüne inişini sembolize eden on binlerce gül yaprağı, itfaiyeciler tarafından Oculus’ten kilisenin içine doğru dökülür. Belki bir daha Roma’da kar yağışına denk gelemezsiniz ama Mayıs-Haziran gibi Roma’ya gitmeyi planlıyorsanız bu bayramın tarihini kontrol etmenizi öneririm.
Dairesel bir plana oturan ve kolonsuz geçilen, içine tam bir küre yerleştirilebilecek boyutlardaki kubbenin ağırlığını azaltmak için içeriye kare oyuklar açılmış.
Roma’nın kalbinde yer alan bu yapı, aynı zamanda ünlü ressam Raphael’in mezarını da barındırıyor. Kıyaslayabilmeniz için Ayasofya’nın kubbesi yaklaşık 31 metredir ve 530’larda inşa edilmiştir.
Kapanmasına az vakit kaldığı için burayı ertesi gün ziyaret etmeye karar verdik. Bu büyüleyici yapıyı dışarıdan biraz seyrettikten sonra, hemen yakınında bulunan bir diğer gizemli kiliseye, Santa Maria Sopra Minerva Kilisesi’ne girdik. Kilisenin bulunduğu meydanda, Bernini tarafından tasarlanmış, üzerinde Mısır obeliski taşıyan bir fil heykeli bulunuyor.
Santa Maria Sopra Minerva Kilisesi, Roma’nın tek Gotik tarzda yapılmış kilisesidir. Bazilikanın içinde birçok önemli eser ve kalıntı bulunmaktadır. Michelangelo’nun 1521 yılında tamamladığı Çarmıh Taşıyan İsa heykeli bunlardan biridir. Kilisenin iç mekanının canlı mavisi başta gözünüzü alsa da siyah ve beyaz renklerin baskın kullanıldığı Frangipane Şapeli’nin tavanına işlenmiş “her şeyi gören göz”le karşılaştığınızda kendinizi bir Dan Brown romanında, gizem çözmeye çalışan Robert Langdon gibi hissedebilirsiniz.
Akşam yemeği için hazırlanmak üzere pansiyona doğru yola çıkmışken, yolumuzun üzerinde bulunan, bu yaz influencerların gözdesi Sant’Ignazio di Loyola Kilisesi’ne girdik. Burası, tavanındaki illüzyonlarla ve tüm tavanı fotoğraflamanızı sağlayan, 1 euro ile çalışan aynası ile meşhur. Ama tavanı görmek için para ödemeniz gerekmiyor ve aynanın önünde o kadar uzun bir kuyruk var ki inanın sıra size gelene kadar kiliseyi defalarca turlayabiliyorsunuz.
1600’lerin ortasında yapımı tamamlanan kilisenin aslında tavanı kubbe olarak tasarlanmış ama finansal zorluklarla karşılaşılınca tavan düz olarak inşa edilip sanatçı ve rahip Andrea Pozzo tarafından, içeriden bakıldığında tonoz hissi verecek bir şekilde boyanmış. Doğrusal perspektif, ışık ve gölgenin etkin kullanımıyla yaratılan tonoz gibi, “Kubbe” de yaklaştığınızda ya da yön değiştirdiğinizde, nasıl hareket ettiğini anlamaya çalışacak kadar kafanızı karıştırabilecek şekilde yine resmedilmiş.
Pansiyona gitmeden önce Trevi Çeşmesi’ni de görelim diyerek yolumuzu biraz uzattık. Trevi Çeşmesi, Roma’nın en ünlü ve en büyük Barok çeşmesidir. 1700’lerin sonuna doğru tamamlanan yapı aslında bir binanın dış cephesidir. Adı, “üç yol” anlamına gelen Latince “tres viae” ifadesinden türetilmiştir çünkü çeşme üç sokağın birleşim noktasında yer alır. Çeşmenin merkezinde denizlerin tanrısı yer alır, etrafında ise sağlık ve bolluk tanrıçaları bulunur.
Gelmişken Popolo Meydanı’nda da bir tur atalım dedik. Borghese Parkı’nın hemen yanında bulunan büyük meydanın etrafı 3 kilise ile çevrilidir. Santa Maria del Popolo Bazilikası, Caravaggio’nun iki şaheserine ev sahipliği yapar. Ayrıca Melekler ve Şeytanlar filmindeki Chigi Şapeli, bu kilisede olsa da film için stüdyoda baştan yaratılmıştır.
Bunu yıllar önce kendi kendime düzenlediğim film turunda öğrenmiştim. Filmdeki yarı şeytan yarı melek heykelinin ise aslında hiç var olmadığı gerçeği biraz hayal kırıklığı yaşatmıştı bana.
Elips biçimindeki meydanın ortasında bulunan ve Mısır güneş tanrısı Ra için dikilen obelisk ise Roma’ya 1300’lerde İmparator Augustus tarafından getirtilmiş. Ayrıca iki tane de çeşme var meydanda. Biri Neptün Çeşmesi, diğeri de Roma Tanrıçası’nın Çeşmesi.
Bazilikayı arkanıza alıp, Kolezyum’a doğru döndüğünüzde, birbirinin simetriği iki yapı görürsünüz. Bunlar bence Roma’daki en sevimli kiliseler, Santa Maria del Miracoli ve Montesanto Santa Maria.
Pansiyona dönüp akşam için hazırlandıktan sonra Navona Meydanı yakınlarındaki 433 isimli restorana gittik. Klasik “Spaghetti Cacio e Pepe” yani, karabiberli ve peynirli spaghetti ile “Pasta Alla Norma” yani, patlıcanlı domatesli penne makarna ve yanına mozeralla peynirli salatadan sipariş ettik. İçtiğim en lezzetli Aperol’ü burada içtim diyebilirim.
Başta bahsettiğim İtalyan yavaşlığının tadını çıkarıp pansiyona dönerken, Two Sizes Tiramisu’yu görünce, seyahatteki en büyük kuralımı hatırladım. “Gördüğün şeyi hemen al, çünkü yarın bulamazsın”. Bu yüzden iki taneyi paket yaptırıp yanımızda götürdük.
Ertesi gün, ben biraz uykucu olduğum için benden erken çıkan Seden’le, Panteonun önünde buluşup içeriye girdik. Saat daha 9 olduğundan içerisi çok sakindi. Biraz gezindikten sonra rotamızı Kolezyum’a çevirdik ve Antik Roma kalıntılarının olduğu Roma Forumundan geçtik.
Kolezyumu pas geçip esas hedefe, yani Maritozzo yemeğe, Regoli isimli eski bir aile işletmesine ilerledik. Marizotto, krema ile dolu tatlı pandispanya ekmeği gibi bir hamur işi. Görüntüsüne bakmayın, çok hafif ve lezzetli bir tatlı.
Ayrıca minik Roma çilekleriyle yapılmış Crostatine di Fragole’ye rastlarsanız sakın denemeden dönmeyin!
Ufak kutlamamızdan sonra geldiğimiz yoldan geri dönüp Vittorio Emanuele II Meydanından kalkan bir otobüse atlayarak San Pietro Bazilikası’na geçtik. Ama o kadar kalabalıktı ki meydanda biraz dolanıp öğlen yemeği için Satiricus adlı bir pizzacıya oturduk. Yorgunluğumuzu attıktan sonra San’t Angelo’dan yani Melekler Köprüsünden geçip Navona Meydanı’na, oradan da pansiyona ulaştık.
Navono meydanı Barok dönemi mimarisinin önemli örneklerinden biri. Bu meydan, ilk olarak MÖ 1. yüzyılda imparator Domitian tarafından yaptırılan stadyumun yerine inşa edilmiş. Meydanın ortasında bulunan ve Bernini’nin tasarladığı Fontana dei Quattro Fiumi yani, dört kıtadaki dört büyük ırmağı simgeler. Bunlar; Avrupa için Tuna Nehri, Afrika için Nil Nehri, Asya için Ganj ve Amerika için Rio de la Plata’dır. Her bir nehir, ona ait bitki ve hayvanlarla birlikte mermer heykellerle süslenmiştir. O dönemde Nil Nehri’nin kaynağı bilinmediği için Nil figürünün yüzü kapalıdır. La Plata figüründe ise zenginliği simgeleyen paralar ve armadillo gibi egzotik hayvanlar yer alırken, Ganj’da yılan ve kano bulunur. Çeşmenin başka bir özelliği ise antik obeliskin tasarıma dahil edilmesidir.
Roma’daki son yemeğimiz için benim ilk gidişimde denediğim, ama bir daha asla bulamadığım restoranı aramaya çıktık. Edy… Yerini hayal meyal hatırladığım bu restoranı, yıllar önce, Roma sokaklarında avarelik yaparken duyduğumuz keyifli İtalyan kahkahalarını takip ederek keşfetmiştik. Sokağı döndük ve karşımızda duruyordu. Hemen bir masa kapıp menüde ne varsa sipariş ettik. Son gecemizin tadını mide fesatı ile karışık, bol dedikoduyla tamamlayıp pansiyonumuza döndük.
Ertesi sabah, hayata ufak bir “Dolce Vita” molası vermenin ruhumuzdaki hafifliği, midemizdeki fazlalığı ve bacaklarımızdaki yorgunluğunu valizlerimize koyup ülkelerimize geri dönmek üzere havaalanına doğru yola çıktık.
Kısa da olsa, yıllardır görmediğim bir arkadaşımla, hem de doğum günümde en sevdiğim şehirde olmanın, nasıl büyük bir şans olduğunu düşünerek İstanbul’a indim. Sonrası bildiğiniz gibi. Hayat…