Site icon Türkiye'nin Yeni Kadın Moda Dergisi – NYXmag

İstanbul Altyapısı, Nüfusuyla İnsanlara Her Gün Mikro Distopyalar Yaşatan Bir Şehir

PAYLAŞ

SELİM ERDOĞAN / Yazar
Röportaj: O. Suat Özçelebi / suat.ozcelebi@nyxdergi.com

Son kitabı Kurbağa Adası ile Kanal İstanbul’un olası sonuçlarını da irdelediği etkileyici bir İstanbul distopyası yazan Selim Erdoğan’la kitaplarını ve yazarlık serüvenini konuştuk. Ağırlıklı olarak bilimkurgu temalı kitaplar yazan ancak farklı alanlara yönelik birikimiyle dikkat çeken Erdoğan’ın Sabotaj adlı komplo teorilerini tiye alan bir satiri sonbahara doğru yayımlanacak. Bir seri katili anlattığı kitabı ise bitme aşamasında.

Kitaplarınıza geçmeden önce biraz kendinizden bahseder misiniz? Web sitenizde verilen bilgilere göre bilim tarihi ve felsefesi, kognitif bilim, müzik tarihi gibi alanlarda okumayı seviyorsunuz. Siyasal bilgiler fakültesinde okumuşsunuz ancak çok farklı alanlarla da ilgileniyorsunuz. Bu alanlara sonradan mı merak sardınız?

Aslında asıl önemli sözcük merak galiba. Siteyi hazırladığım dönemde meraklı olduğum şeyleri yazmıştım. Merak sabit ama konuları değişebiliyor. Evren ilginç bir yer. Çünkü var olmak ilginç. Hiç olmamak daha mantıklı daha tutarlı olabilirdi mesela. İçindeki her şey bu yüzden ilgiyi hak ediyor.

Çocukluktan gelen bir şey mi bu yoksa sonradan mı edindiniz?

Ben çocukken maalesef internet falan yoktu. Benim küçük offline internetim evdeki on iki ciltlik Meydan Larousse ansiklopedisiydi. Onu ve tematik diğer ansiklopedileri çok karıştırdığımı hatırlıyorum.

İlgi alanlarınızın genişliği kitaplarınıza da yansıyor galiba ister istemez.

Yazarken ya da yazmaya başlamadan önce araştırabilirsiniz. Ama asıl kütüphane kafanızdaki kütüphanedir. O da sizin kişiliğinizin yönlendirmesiyle oluşmuş bir okuma, izleme, gezme, gözlem yapma ve üzerinde düşünmekle oluşan bir kütüphane. Bunun genişliği konu ve mekan seçimlerinize yansır. Mesela yayınlanan ilk kitabım Denizatı Vadisi’nin mekan ilhamının kaynağı matematiksel bir yapı olan fraktal geometriydi. Bir diğer kitabım İkibinseksendört’ün ana konusu insan bilinci ve internet üzerinde oluşan yapay bilinç, mekanı yıllar önce otostopla dolaştığım Kanada’nın British Columbia eyaleti ve Vancouver kentiydi.

İkibinseksendört Orwell’in kitabına bir gönderme değil mi?

Maalesef. O kitabı bin dokuz yüz doksanların sonunda tasarladığımda Orwell ve ünlü kitabı bu kadar popüler değildi. Bu yüzden eski ABD başkanına ve bizim başkana biraz kırgınım açıkçası. Bugün olsa başka bir isim koyardım.

İkibinseksendört internet’in büyük biradere dönüştüğü bir dünyayı anlatıyor. O zamanki öngörülerinizle bugün ne kadar örtüşüyor?

Kitap 2012’de basılsa da ilk draft 2002’de falan bitmişti aslında. Internet kafası karışık bir büyük biradere çoktan dönüştü. İnsanların bir kısmı çalıştığından kuşkulanarak evdeki kameraların üzerini bezlerle falan örtüyor. Her şeyi internete bağlamak elbette kişisel bilgilerin sızma riskini de beraberinde getiriyor. İnternetteki davranışlarınıza ait bilgiler bir yerlerde toplanıyor, analiz ediliyor sonra size şimdilik reklam olarak geri dönüyor. Bazı otokratik devletler internet faaliyetlerinizi size karşı kullanabiliyor. İnternetin otonom bir zeka olarak davranması şimdilik ufukta yok. Ama çalışmalar yok değil. Bu konuda kitaptaki kötü adamın! rolünü Elon Musk kapmış gibi görünüyor. Musk’ın Starlink projesi kitapta SS36 projesi olarak yer alıyor. Ben Dünya’yı saran otuz altı uydu öngörmüştüm. Musk cömertçe on iki bin tane gönderiyor. Temelde insan beyninin elektronik devrelerle entegrasyonu projesine Neurolink diyor Musk. İkibinseksendört’te Neurolink kahramanlardan birinin kabusu olarak karşımıza çıkıyor. İnternetin insan zihninden, üretemediği tek şeyi, sezgiyi, bilinci çalmasının yolu. Başka bir enteresan benzerlik Amazon’un konuşan ara birimine verdiği isim Alexa’nın kitaptaki global zekanın adı Eliza’yı andırması.   

Kehanetlerinizin çoğu çıktı mı yani?”

Hahaha. Hayır kahin değilim. Verili olana bakıp gidişi tahmin etmeye çalışıyorum. Elbette hikayenin çekiciliği için kötü olasılıkları tercih ediyorum.”

Trinidad’ın Dönüşü’yse apayrı bir hikaye. Okuru Alfa Centuri’ye götürüyorsunuz. Alfa Centuri’yle ilgili bahsettiğiniz yazar kütüphanesini oraya giderek oluşturmadınız herhalde?  

O zaman da devreye çok titiz bir araştırma ve hayal gücü giriyor. Sonuçta insanın hiç gitmediği uzaklıkları anlatıyorsunuz. Ama insan da korkuları da çok değişmez. Karakterin içine girmeyi becerirseniz hikaye kendi kendini anlatmaya başlıyor.

Son kitabınız Kurbağa Adası’na gelelim. Kanal İstanbul tartışmalarının başladığı günlerde yayınlandı yanılmıyorsam. Öncelikle bu kadar hızlı yazmayı nasıl becerdiniz?

Hahaha. Evet bir buçuk günümü aldı. Şaka bir yana ilginç bir tesadüftü o. Kanal 2011 genel seçimlerinde ortaya atılmış bir vaatti. Ben romanı yazarken de yıllardır kimse sözünü etmiyordu. Bir İstanbul distopyası yazacaktım. Aslında bir iklim distopyası belki. İstanbul bu distopyanın en şiddetli yaşanacağı şehirlerden biri. Altyapısı nüfusuyla insanlara her gün mikro distopyalar yaşatan bir şehir. Kanal bu şehirde sıkışmışlık hissini doruğa çıkaracak güzel bir fikirdi. Artan nüfusun, sıcaklıkların, vıcık vıcık bir iç içe geçmişlik ortamına atılacak son bir düğüm, çuvalın ağzını büzecek son bir sicim. İktidarın kitabın yayınlandığı günlerde Kanal İstanbul’u yeniden gündeme getirmesi mutsuz bir tesadüf oldu diyelim. Hatta bu aralar maalesef Kurbağa Adası’nın temel atma törenine tanıklık edeceğiz.

Önce İkibinseksendört sonra Kurbağa Adası. Dünya’nın geleceğiyle ilgili karamsar mısınız?

Bugünüyle ilgili de karamsarım ve bunun sürüyle nedeni var. Dünya’nın İkibinseksendört’teki Eliza’nın kontrolüne gireceğini sanmıyorum. Ama Alexa’nın kontrolüne girmeye başladı bile. Yapay zekanın Dünya’yı ele geçireceğini sanmıyorum. Ama yapay zekayı kaldıraç olarak kullanan doğal zekalar bunun için savaşıyor. İklim krizi bir gerçek. Kimse SpaceX ya da Virgin Galactic roketlerinin inip inip kalkmalarına aldanmasın. Yakınlarda insanlığın kaçacağı bir yer yok. Dünya’nın en kötü yeri hala Güneş sisteminin en iyi yerinden binlerce kez daha iyi. O roketler küresel bir felaket yaşanırken birkaç bin zengini Kurbağa Adası’ndaki gibi yörüngede bir otele çıkarmaya yarar ancak.

İnsanı yavaş yavaş haşlandığı için bunu fark etmeyen kurbağalara benzetiyorsunuz. İnsan gerçekten felaketine alışır mı yoksa bir gün su kaynamadan kazandan sıçrar mı?

Kurbağalar gerçekte bir sıcaklık eşiği aşılınca sıçrıyor. Bu deney yapılmış. İnsan tehdit kendi biyolojik varlığını doğrudan dürtmeden harekete geçmeme konusunda kötü bir şöhrete sahip. O zaman da iş işten geçmiş oluyor. Yani kurbağalar değil insanlar kaynamayı bekliyor. Dünya tarihi savaşlar da dahil bu tür göz göre göre gelen felaketlerle dolu. İklimle ilgili adımlar atılıyor gerçi son zamanlarda. Sürdürülebilirlik önem kazanıyor. Şirketlerin kredibilitesini belirleyen önemli bir faktöre dönüşüyor. Sıfır emisyon hedefleri pek çok ülkede on on beş yıl sonrası gibi çok yakın tarihlere çekildi. Fosil yakıtlı taşıtların sonu nihayet geliyor. İnsan asansörden, bulaşık makinesinden vazgeçmez. Elektriğini çatısından almayı başarırsa bu konuda ümitli olabiliriz. Yine de yapısında var olan kendini imha etme potansiyelini küçümsememeliyiz.  

Kurbağa Adası’nda Ozan ve Sibel’in bir kızı var. Her ikisi için de en büyük endişe kaynaklarından biri. Sizin de iki çocuğunuz var bildiğim kadarıyla. Çocuklarımızla ilgili endişelenmeli miyiz?

Endişelenmeliyiz. Bunun için yeterince neden var. Ama zaten istemeksek de endişeleniyoruz. İsviçre’de bir dağ köyünde yaşasak çığ tehlikesinden endişelenirdik. Çocuk hayvanlarda da dahil canlıların en büyük endişe kaynağı değil mi? Ama Mars’a helikopter gönderen, orada oksijen üretmek için planlar yapan aklın Dünya’yı daha yaşanabilir kılması hedefine odaklanması da güzel bir olasılık olarak var. Hayat insana dişlileri, milleri çok ağır ve ezici bir makine gibi gelse de gerçek aktör, o milleri dişlileri yapan insandan başka bir şey değil.

Yazma eylemi çok katmanlı bir süreç, birçok yazar farklı kaynaklardan besleniyor ya da motivasyon noktaları farklı. Sizin için bunlar nelerdir, örneğin ilk kitaplar sırasında özellikle beslendiğiniz yazarlar ya da kitaplar var mı? Yazarken uyguladığınız bir ritüel?

Üsluplarını sevdiğim yazarlar elbette var. William Golding, Vladimir Nabokov, J.G. Ballard, Stanislav Lem, Ernest Hemingway, H.G. Wells bunlardan bazıları. Ama beslenme kaynağım dışarıda. Tarih olmaması gereken olaylar, yaşamamış olması gereken karakterler bakımından çok zengin. Diğer yandan bilinç problemi, varlığın doğası, fizik üzerinde okuyup düşünmeyi sevdiğim alanlar. Bütün bunlar kitaplarımda beklenmedik şekillerde bir araya gelebiliyor.   

Ritüele gelince; Çocukları yatırma ritüeli yazmada mucizeler yaratır.    

Yeni kitap projeleri mutlaka vardır, şu anda ne yazıyorsunuz? Ve en son hangi yazarı okudunuz?

Sırada bir politik satir var. Adı  şimdilik Sabotaj. Dünya’nın ve özellikle ülkemizin baş ağrısı komplo teorileri ve komplocu zihniyeti odağına ve tiye alan bir roman. Konya Tuzgölü’nde bir kurgusal Külliye’de geçiyor. Ülkemizi kurtaracak müthiş ve gizli bir bilimsel buluşun yabancı istihbarat servisleri tarafından nasıl sabote edilmeye çalışıldığını bugünlerde ülkenin ilgi odağı Boğaziçi Üniversite’sinden bir fizikçinin gözünden anlatıyor. Çok eğlenceli bir kitap. İthaki tarafından yayına hazırlanıyor. Ağustos gibi yayınlanmasını bekliyoruz. Ardından yayınlanan ilk kitabım Denizatı Vadisi’nin ikinci baskısı da bir aksilik olmazsa İthaki tarafından yapılacak.  

Bunun dışında  bir seri katil öyküsü üzerinde de çalışıyorum. Alt metni kötülüğün doğası oluşturuyor. Sabotaj’daki eğlenceyi biraz karanlıkla dengelemek gerek diye düşündüm.  Bugün masamda açık kitaplardan biri Patricia Highsmith’in Trendeki Yabancılar’ı.

Sabotaj Selim Erdoğan’ın komplo teorileri ve teorisyenlerini mizahi bir dille eleştirdiği bir roman. İthaki Yayınları tarafından 2021 yazı sonuna doğru yayımlanmak üzere yayına hazırlanıyor.

Dünya’yı ve Dünya’daki büyük ölçüde raslantısal gelişmeleri gizli ve sonsuz güçlü örgütlerin asla bitmeyen oyunu olarak açıklayan teorilere, kopmlo teorileri deniyor. Olaylara ve insanlara iyi ve kötü etiketi basması, aynı basit modelle açıklayamadığı hiç bir şeyin olmaması hem ahlaki hem entellektüel konforun kaynağı. Belki bu nedenlerle tercih ediliyorlar. 

Aşağıda Sabotaj’dan tadımlık bir bölüm sunuyoruz.

Selvi, büyük odanın bir ucundaki masasından kalkarak Gürler’e doğru yürüdü.

“Hoşgeldiniz Gürler Bey. Nihat Selvi. Külliye Genel Müdürü.”

“Hoş bulduk.”

“Buyurun şöyle geçelim.”

Gürler sol taraftaki duvara asılı zırhı, miğferli yağlı boya asker portrelerine baktı.

“Bunlar kim Nihat Bey?”

“Efendim Türk savaşçı portreleri. İranlı bir ressamın hediyesi. Kurulan her devleti bir asker temsil ediyor.”

Gürler birinin önünde durdu. “Bu Kimmerya Hakanlığı galiba?”

“Olabilir. Çok devlet kurmuş atalarımız. Hepsine vakıf değilim.”

“Conan’a benziyor. Sarı saçlar, alındaki metal band.”

“Kim dediniz efendim?”

“Barbar Conan. Çocukken okurduk. Çizgi roman kahramanı.”

Selvi masasına geçti. “Barbar? Bilakis. Atalarımız atlarıyla, kılıçlarıyla, oklarıyla medeniyetin taşıyıcısı oldular. Biz ona Medeni Kenan diyelim ahahahahaha. Barbar Conan Medeni Kenan. Ahahahaha. Barbar Conan. Hiç duymamıştım. Çizgi roman okumazdım. Buyurun oturun.”

Arka duvarda kütüphanenin her iki yanında Başkan’ın bilindik iki resmi alttan aydınlatmanın da etkisiyle bütün savaşçı portrelerini sönük bırakmıştı.

Gürler madalyalar, ödüller, plaketler ve Türk bayrağı desenli minyatür bir halıyla süslenmiş büyük masif ahşap masa önündeki deri koltuklarından birine oturdu. Nihat Selvi ellerini masa üzerine kavuşturmuş güleç yüzüyle ona bakıyordu. Altmışlarında, belli belirsiz bıyıklı, gözlüklü, toplu yüzlü bir adamdı. Kahverengi, kare desenli bir ceket giymişti. Özenle yana taranmış, hafifçe seyrek simsiyah saçları boyanmış olmalıydı.

“Tekrar hoşgeldiniz Hocam.” Gözlüğünü yukarı itti. “Odanıza yerleşebildiniz mi?”

“Yerleşiyoruz. Teşekkür ederiz.”

“Nasıl? Beğendiniz mi Külliyemizi?”

Gürler Çin malı armatürler ve küvet ayaklarına Nurgül’ün verdiği tepkiyi düşündü. “Evet.”

Selvi beklenti dolu gözlerle bakıyordu. “Bu kadar mı?”

“Evet!?”

“Ehehe. Çinliler gibisiniz Hocam. Onlar da duygularını belli etmezler. Milli gurumuzdur

Berhava. Diğer teknolojik araştırma külliyeleri de öyle ama aramızda kalsın Berhava gözbebeğimizdir. İlk kurulandır. Avrupalılar da çok beğeniyor. Hayranlıklarını gizlemeye çalışmıyorlar. Bir görmelisiniz. Ağızları fantastik..fantastik demekten kapanmaya fırsat bulamıyor.”

“Kıskanıyor olmalılar.”

“Kimisi öyle. Bence Çinliler daha çok kıskanıyor. Ağızlarından tek laf çıkmıyor. O kadar gezdiriyoruz, bakıp geçiyorlar. Laf aramızda pek pisler. İş gereği seyahat ederim hocam. Amerika, Avrupa çok gezdim. Rusya, Pekin, Şangay. Çin gibisini görmedim. Köpek yiyorlar. Böcek yiyorlar. Bildiğin böcek. Oraları gezdirdiler bize.”

“Yıkamadan mı?”

“Efendim?”

“Yıkamadan yememek lazım.”

 “Köpeği mi?”

“Her ne yenecekse.”

“Eee. Evet..Neyse. Ama tabii yanlış anlamayın. Biz her şeyi göstermiyoruz. Esas çalışmaları görseler dipleri düşer. Onlara çevreyi gezdiriyoruz. Çiçekler, giriş holü, sinema salonu bir de Endülüs geometrisi araştırma laboratuarı.”

“Endülüs geometrisi derken?”

“Endülüs evet. Bakın bu tanınmıyor Dünya’da. Siz bile bilmiyorsunuz belli ki hocam. Bir geometri düşünün ki bildiğimiz geometriden çok daha üstün olsun. Rusların Endülüs geometrisiyle ilgili gizli çalışmaları var. Uzay çağını bu geometri çizecek diyorlar.”

“Ben Riemann falan bilirim de Öklid’den şaşmam. Endülüs geometrisi nasıl bir şey?”

“Endülüs’teki atalarımızın yaptıkları çalışmaları yeni yeni deşifre ediyoruz. Yüzlerce yıl süsleme gibi bakıp geçtik onlara.”

“Bildiğimiz geometrilerden farkı ne?”

“İşte çalışıyor arkadaşlar üzerinde. Muazzam bir şey. Böyle yeni geometrik şekiller var. Üçlü beşgen, beşli üçgen. Endülüs üçgeni adını verdikleri şeyler. İç açılarının toplamı 361 derece.

Bildiğimizden bir derece fazla. Üç yüz altmış biliriz ya biz.”

“Yüz seksen.”

“Üç yüz altmış bir neyle neyin çarpımı Hocam? On dokuz. Evet bildiğimiz on dokuz.”

“!?”

“Muazzam değil mi?”

“Öyle mi? Nesi muazzam?”

“Aslında ben de tam vakıf değilim. On dokuz şeydir ya işte. Neyse. Efendim trigonometri, logaritma sil baştan olacak deniyor. Tam bir devrim.”

“Kalkülüse dokunmasınlar da. Baştan öğrenemem bu yaştan sonra.”

“Bakın bazı şekilleri nasıl yaptıkları hala sır. Diyorlar ki o yıllarda yapılması imkansızmış.

Bilgisayarla bile zormuş.”

“Uzaylılar yardım etmiştir.”

“İşte geleceğin matematiği diyorlar hocam. Hayret edersiniz. Koca bir ekip çalışıyor üzerinde.Hepsi parlak çocuklar. Külli hesap geliştirdiler. Bir ekip de İspanya’da. Çizimleri yerinde inceliyor. Neyse bu çalışmalar açık. Her yere yayılsın istiyoruz. Almanya’daki çocuk Endülüs geometrisini bilsin,üçlü beşgen çizsin. Külli hesabı o da öğrensin.”

“Külli hesap nedir Nihat Bey?”

 “Bakın o yepyeni bir şey. Integral hesabı batıdan geldi değil mi? Oysa Endülüs’te var bu. Çocuklar buldu çıkardı. Tabii adını biz koyduk.”

“Kalkülüs de gitti!”

“Endülüs geometrisi ve külli hesap. Üzerinde çalışan arkadaşlar kuantum fiziğinin muammalarını çözeceğini söylüyor. Size de faydası olacaktır.”

“Merak içindeyim.”

“Size çalışmalarla ilgili belgeler göndertirim. Evet. Neyse. Gizliliğe son derece önem veririz. Geometri ve külli hesap herkese açık. Dost ve kardeş ülkelere Külliye’nin bir bölümü. Çin’e karşı da dikkatliyiz. Çok seyahat ederim iş gereği. Avrupası, Amerikası, Rusyası Pekin’i, Şangay’ı. Nasıl hin oğlu hinler bilseniz. Dikkatle seçilmiş mekanları gezdiriyor mihmandar. Federasyona da yazdıydım.”

“Federasyon?”

“Paten federasyonu. Denetçisiyim oranın. Türkiye Buz Pateni Federasyonu. İşte ek görev gibi.”

“Ek görev. Evet.”

“Neyse. Mesela İngilizler kapıdan içeri giremez hocam.”

“E onlar da Endülüs geometrisi öğrensin?”

“Onu öğrensin tabii. Ama Külliye’ye sokmuyoruz onları. Geçen sene bir konsolos gelecek dediler. Gromer mi ne adı. Olmaz dedik. Konya’da karşıladık bu Gromer’i. Mevlana kebap yedirip gönderdik. Bu adamlar herkesin gözü önünde Mısır kral mezarlarını çalmadılar mı?”

“Bıraksanız piramitleri söker götürürler. İyi yapmışsınız.”

“Her şeyin arkasında bu İngilizler. Şimdi perde arkasındalar. Amerika’yı kurup öne çıkardılar. Size de garip gelmiyor mu hocam iki yüz yıllık bir ülkenin Dünya’yı yönetmesi. İstanbul fethedildiğinde Amerika’da yüzünü gözünü boyayan affedersiniz anadan üryan kızılderililer vardı.”

“Bir zamanlar İngiliz de barbardı. Bazen olur öyle tarihte. Kimi çöker kimi yükselir.”

“Sorarım size İngilizlerle Amerika hiç savaştı mı? Bak o kadar savaş oldu. Birbirlerine sıktıkları bir mermi var mı Allah aşkına?”

“Bağımsızlık savaşı?”

“Efendim?”

“Kolonilerle İngiltere’nin savaşı? Hani çizgi roman vardı. Teksas. Çelik Bilek? Orada da geçer.”

“Çizgi romana kızardı rahmetli babam. Neyse ne alırsınız hocam? Kahve?”

“Şekersiz olsun.”

PAYLAŞ
Exit mobile version