Site icon Türkiye'nin Yeni Kadın Moda Dergisi – NYXmag

Zamanın Tufanından Geriye Kalan; Sinema, Müzik, Şiir

PAYLAŞ

Herkese merhaba… Artık ben de bu köşede, sizlerle Sinema, Müzik, Şiir ortaklıkları konusunda kısa ama keyifli paylaşımlarda bulunmaya çalışacağım…

Özellikle şu geçtiğimiz pandemi döneminde herkesin bazı konularda farkındalıkları daha çok arttı sanıyorum. Çok uzun zamandan beri o gündelik kaygılar koşturmacası arasında hiçbir zaman vakit bulamadığı birtakım değerlendirmeleri yaptı, kendine yeni hedefler koydu, bazı yoksunluklar arasında kendine yeni çözüm yolları bulmaya çalıştı, kendisindeki farklı bazı cevherleri keşfetti… Yani kendini yeniden tanımak ve tanımlamak için müthiş bir fırsat sundu aslında bu pandemi, hepimize… Bu kadar yoğun ders arasında rahat nefes alınan bir teneffüs gibi…

İşte bu dönemde, ‘yalnız’ insanın en sıkı tutunabildiği dal, kendini yalnız hissetmemesini sağlayan, hatta ‘oh be, ne zamandır böyle bir ara vermeye ihtiyacım varmış’ dedirten şey, ‘sanat’ oldu. (Mutlaka çalışmak zorunda olan, maddi sıkıntılar çekenleri, kuşkusuz ayrı yere koyuyorum ve tenzih ediyorum). Sanat, insanın ‘kendi kendine yeterliliği ve mutluluğu’nun vazgeçilmez bir unsuru… Hele ki, karşımızdakilerin ikiyüzlülükleri ve ilişkilerin samimiyetsizliklerinden sürekli dem vurduğumuz bu günlerde…

O yüzden, Ata’mızın da dediği gibi, sanatsız kalmayalım, beynimizle yüreğimiz arasındaki mesafeyi kısaltalım, mutlaka birilerine ihtiyaç duyan bir puzzle parçası olmaktansa, gerekirse o puzzle’ın kendisi olalım, birey olalım, diyorum naçizane… Sanat ve kültür ile…

Not: Ben de 27 sene süren reklamcılık mesleğimden sonra, son 5 yıldır gayrimenkul sektöründeyim ve bunun son 2 senesinde sadece Çanakkale bölgesinde arsa ve arazi yatırım danışmanlığı yapıyorum. Geçtiğimiz karantina döneminde evde oturup, filmler, kitaplar ve müzik arasında gezinirken bir fikrim geldi: ‘Neden bir radyo programı yapmıyorum ve şimdiye kadar biriktirdiklerimi paylaşmıyorum’ dedim, Radyogram internet radyosunun sahibi dostlarımla bu konuyu görüştüm, memnuniyetle kabul ettiler ve Mayıs’ın son haftasından bu yana her hafta bir yayınla (Programın adı Nuh’un Gemisi – Zamanın tufanından geriye kalan filmler, müzikler, şiirler) dinleyenlerin karşısında oluyorum. Profesyonel işimin yanında, ilgi alanımı bu şekilde bir üretkenliğe dönüştürdüğümden dolayı, bu program, benim için inanılmaz bir mutluluk kaynağı oldu ve dinleyicilerden bana gelen geri dönüşler de çok olumlu… Ee, daha ne isteyim ben?

FİLM MÜZİKLERİ VE MÜZİKALLER

Sinemanın daha ilk zamanlarından itibaren, müzik çok önemli bir unsur oldu. Sessiz film döneminde, filme eşlik eden piyanoyu hepimiz hatırlarız, özellikle Charlie Chaplin’in filmlerinden… Sesli sinemaya geçildiğinde ise, müzik artık filmlerin atmosferini ve ritmini belirleyen en önemli unsur oldu neredeyse. Hatta çok kısa bir süre içinde müzikaller dönemi başladı ve altın çağını 1935’den sonra, 1960’lara kadar yaşadı… Fred Astaire – Ginger Rogers danslarını, Singing in the Rain gibi Gene Kelly müzikallerini, efsanevi Rita Hayworth’ın femme fatale şarkı ve danslarını, Marilyn Monroe’nun komediyle karışık sarışın müzikallerini, Frank Sinatra – Dean Martin – Sammy Davis Jr. üçlüsünün müzikle harmanlanmış hınzırlıklarını izlemeye doyamadığımız dönemlerin çocuğuyuz biz.

Pek çok yönetmen, ön planda akan hikayenin atmosferini ve ritmini desteklemek, izleyiciye daha kolay geçmesini sağlamak için, filme ve sahneye özel müzikler besteletmiştir doğal olarak. Mesela son Star Wars’ların müzikleri gibi daha onlarca film müziği yapan ünlü besteci John Williams veya şimdiye kadar epeyce müzik Oscar’ı almış Hans Zimmer, bunlardan sadece ikisidir.

Fakat bunun yanında, filmin genel anlamda popülerleşmesini sağlamak ve izleyicinin sadece visual değil de audio duyularına da hitap etmek için bilinen müzik parçalarının veya müzisyenlerin etiketinin de filme eklenmesi etkiyi daha da artırmıştır. Bu kimi zaman klasik müzik eserleri (örneğin Stanley Kubrick filmlerinde Beethoven, Schubert, Richard Strauss, Shostakovich gibi bestecilerin müziklerini kullandı), kimi zaman caz (en önemli örneklerden biri, Louis Malle, ilk filmi ‘Darağacına Merdiven’i çektikten sonra, o sırada Paris’te olan Miles Davis’i akşam stüdyoya alması, filmi ona defalarca oynatması ve Miles’ın da sabaha kadar trompetiyle müthiş bir soundtrack çıkarmasıdır), çoğu zaman da pop ve rock parçaları oldu.

Burada belki Quentin Tarantino’ya özel bir yer açmak lazım… Gençliğinde bir audio-video dükkanında çalışmış olması, onun için bir cennet gibiydi muhtemelen… Çünkü her gün, iyi-kötü, eski-yeni demeden bir sürü film izledi, müzik dinledi ve tam bir sinefil oldu. Yapacağı iş de tabii yönetmenlikti. Bütün bu birikimini, yönettiği ve/veya senaryosunu yazdığı filmlerinde kullandı. Bütün filmlerinde, hem eski pek çok filme retro göndermeler yaptı, hem de tüm o eski köşede kalmış müzik parçalarını bu filmlerine çok büyük bir başarıyla uyarladı. Ve ortaya hem Tarantino filmleri, hem de hepsi birbirinden keyifli Tarantino soundtrackları çıktı. Rezervuar Köpekleri, Pulp Fiction, Kill Bill serisi başta olmak üzere neredeyse tüm filmlerinde bunu rahatlıkla görebiliriz.

Müzikallerde ise, en son 2016’da Oscar Ödülleri’nde de yarışan ve o sene pek çok ödül alan, Damien Chazelle’in yönettiği çok başarılı La La Land filmi, müzikallere bir saygı duruşu niteliğindeydi ve oldukça büyük beğeni topladı.

Ama kuşkusuz her dönemin kendine göre bir film ve müzik anlayışı var; değişmeyen tek şey değişim, sonuçta. 

PAYLAŞ
Exit mobile version