Page 170 - NYXmag_SAYI_002
P. 170
hikayeler
Bir Selanik
Türküsü...
Sakin, dingin bir sabah, kavak ağaçlarının pamukları uçuşuyor.
Temmuz 1979. O yine, sabahları gölge düşen küçük balkonunda, bir
yandan sigarasını içiyor, diğer taraftan, küçük ince belli bardağına
çay dolduruyor. Radyoda arkası yarın... Zayıf, esmer elleri, küçük bir
yüzü ve göz pınarlarının ardına gizlenmiş bir hüznü vardı. Balkonun
kapısında henüz yeni uyanmış yarı uykulu altı çocuğunun en küçüğü
sonçesi belirdi... Her sabah olduğu gibi sokaktan geçen mahallenin
poğaçacısından 1 tane almıştı ona. Ona da açık bir çay koyup balkon
sefalarına radyodaki şarkılarla devam ettiler. Radyoda bir Selanik
türküsü çalmaya başladı, sonçesine “Bak bu türkü benim gençliğimin
türküsü… Hey gidi günler hey...” dedi. O güzel sesi ile arada mırıldandı.
Ve o günleri hatırladı.
Evlerini, yerlerini terk etmek zorunda kaldıkları o mübadele günleri ile
ilgili annesinin anlattıklarını hatırladı. Anne babası, bir ağabeyi ve iki
ablası ile birlikte, o zülme, baskıya daha fazla direnemeyip Selanik’ten
Kırklareli’nin Vize ilçesine, oradan da Lüleburgaz’a yerleşmişlerdi.
Kısa zamanda alışmışlardı buraya.
O da endamı yerinde, esmer güzeli bir genç kızdı artık. Her ne
ŞENAY ÇARKÇI kadar bir genç kız gibi davranmayıp, bir oğlan çocuğu gibi koşturup,
[email protected] ağaçlara tırmansa da… Hanım hanımcık olamasa da, çevre delikanlıları
onun serpilip büyüdüğünün farkındaydı. İşte bu delikanlılardan biri
kesmeye başlamış yolunu. Laf iliştirmeler, tebessümler, bakışmalar
derken... El ayak çekilince ıhlamur ağaçlarının altında buluşmaya
başlamışlar. Çok geçmeden mahallede dedikodu almış yürümüş.
Küçük yer ve örf adet… “Gelsin istesinler “ demişti babası. O henüz
hazır değildi ki evliliğe… Anlayamadığı ve karşı koyamadığı bir
kargaşada savrulup duruyordu. Zamanın zembereği kırılmıştı bir kere.
Nerede, ne zaman kestiremiyordu. Derken 18’inde ilk oğlunu dünyaya
getirdi. Bu arada kocası ile ne kadar farklı birer insan olduklarını
anlamaya başlamıştı. Hovarda, hoyrat bir adamdı. Bu gün, yarın
diye diye daha devlet nikahı bile kıymamıştı. Sonra bir kız çocuğu
dünyaya getirdi… Çok geçmedi babasını kaybetti, ardından annesini…
Yıkılmıştı, yapayalnız hissediyordu. Küçük kızı yaşını doldurmamıştı
ki kocası kuma getirmek istemişti üzerine. Kara çarşafını giydiği gibi
çocuklarını alıp, soğuk bir akşamüstü elindeki üç beş kuruşla İstanbul
yollarına düşmüştü.1950 lerin başları, her kadının harcı değildi bu
yaptığı.
Ortalık ayaz kesmiş, bacalardan gelen duman havayı ağırlaştırmıştı.
İstanbul’a yerleşen abisinin kapısını çaldı. Bir süre sonra onlara yakın
tek odalı bir gece kondu tutup temizlik işlerine gitmeye başladı.
Çocuklarını hısım akrabalara bırakarak çalışmış, çabalamış, o kadar
zorluk ve açlık çekmiş ki. Bir defasında çoçukları için ekmek bile
dilenmişti. Çaresiz. “Dul kadının etekleri bile düşmandır” dermiş
eskiler. Bu nedenden kocasına dönmesini salık veren akrabalar bile
olmuş arada. Küçük bir semtti burası o yılların İstanbul’u, göçlerin
krallığı…
NYX
170