Writer: Ayça Akad
Date: 18/04/2022
Birkaç yıl önce, bahar döneminde kısa bir aile tatili planlıyorduk. Marsilya’ya kampanyalı bilet bulunca da rotamızı Fransız Riveriası’na çevirmiştik. Biraz kültür turu yapalım biraz da telaştan uzak günlerimizin tadını çıkartalım istiyorduk. Marsilya’nın hakkını, kısıtlı sürede veremeyeceğimizi anlayınca Provence Bölgesinin en zarif duraklarından biri olan Aix-en-Provence’a gitmeye karar verdik.
Lavanta tarlaları ile kaplı Sainte-Victoire Dağı’nın güneyinde, Marsilya’ya 30km uzaklıkta, zengin kültürel ve mimari mirasıyla ünlü, ressam Paul Cezanne ve Picasso’nun tablolarının ilham kaynağı olan bu şehir Romalılar tarafından MÖ 100’lerde kurulmuş. 15. yüzyılda Fransa’ya katılmış ve Provence Kontluğunun başkentliğini yapmış. Marsilya’nın aldığı göçler sonrası, burjuva kesimin yerleştiği bölge olmasından dolayı Fransa’nın en pahalı evleri de bu şehirde bulunuyor. Öte yandan şehirde 4 üniversite ve pek çok yüksekokul olduğu için de dinamik bir öğrenci kenti.
Marsilya Havalimanında buluştuktan sonra, kısa süren otobüs yolculuğu ile Aix-en-Provence’daki evimize ulaştık. Vakit akşamüstü olduğu için ufak bir turun ardından, şehrin en tanınmış caddesi Mirabeau Bulvarı’nda (Cours Mirabeau) bulduğumuz bir restorana geçip Fransız rakısı “pastis” eşliğinde yorgunluğumuzu attık.
Her köşesinde karşılaşacağımız sanat eserleri ile ruhumuzu doyurup, ağız sulandıran şekerleme dükkânlarının vitrinlerinde çocukluğumuza döneceğimiz bu zarif şehri birlikte keşfedeceğimiz için çok heyecanlıydık.
Ertesi sabah kendimizi sokağa atmadan önce evimizin tadını çıkarmaya karar verdik. Richelme Meydanı’nda kurulan pazardan taptaze ekmek ve kruvasanlar seçip, Monoprix’ten Fransız peynirleri, şarküteri ürünleri ve ev yapımı reçeller aldık. Masamızı donatıp Sainte-Victoire manzarası eşliğinde en uzun ve en keyifli kahvaltılarımızdan birini yaptık.
Aix-en-Provence’a turuna, Rotonde Meydanı’ndaki (Place de la Rotonde) bronz heykeller ile süslü Rotonde Çeşmesi (Fontaine de la Rotonde) ile başladık. 1800’lerde yapılan bu çeşme, şehrin en büyük çeşmesi. Üzerindeki 3 kadın heykelinden Mirabeau Bulvarı’na doğru bakan adaleti, Marsilya’ya bakan tarım ve ticareti, Avignon’a bakan ise güzel sanatları temsil ediyor. Meydanın hemen arkasında modern bir yer altı çarşısı, turist enformasyon ofisi ve Cezanne heykeli var.
Çınar ağaçlarından oluşan tünelin gölgesindeki Mirabeau Bulvarı, 16.yüzyıldan kalma binaların bulunduğu eski şehir ile malikânelerin bulunduğu Mazarin Mahallesini ayırıyor. 17.yüzyılda şehir düzenlenirken burjuva kesiminin rahatça gezmesi ve faytonlarını koyması amacıyla çok geniş şekilde planlanmış. Bulvar yapıldığında kenarlara dikilen karaağaçlar, 19. yüzyılda çınar ağaçları ile değiştirilmiş. Zamanında soylu sarayları ve konaklar ile çevrili olan bu cadde şimdilerde kafeler, restoranlar ve pek çok dükkânla dolu.
Mirabeau Bulvarı üzerindeki en eski malikâne, kapısının iki yanındaki dev Atlas heykellerinden tanıyacağınız, 38 numaradaki Hôtel Maurel de Pontevès. Bugün Ticaret Mahkemesi olarak kullanılan yapı, 1600’lerin ortasında inşa edilmiş ve bir tekstil tüccarına aitmiş.
Bulvardaki kafelerden en meşhuru ise, Emile Zola, Paul Cezanne, Alber Camus gibi pek çok ünlü yazar ve sanatçının buluşması noktası olan 53 numardaki Les Deux Garçons. 1792’den beri hizmet veren kafeyi, zamanında burada çalışan iki garson satın alıp adını “iki garson”koymuşlar.
Aix-en-Provence’da 200 civarında çeşme bulunduğu için “bin çeşme şehri“ olarak da biliniyor. Bulvarda yürürken dikkatinizi çekecek çeşmeler Nine Cannons Çeşmesi (Fontaine desNeuf-Canons) veYosunlu Çeşme (Fontaine Moussue). Barok tarzındaki Nine Cannons Çeşmesi’nin kenarları, yazın Aix’den geçen koyun sürülerinin su içebilmesi için normalden daha alçak yapılmış. Yosunlu Çeşme ise bulvarda inşa edilen ilk çeşme.
Mirabeau Bulvarının sonundaki ufak meydandaki çeşme Rene Çeşmesi (Fontaine Du Roi René). İsmini, elinde Provence bölgesi için özel bir önemi olan misket üzümü salkımı tutan Kral I. René heykelinden alıyor.
Fransa’daki en iyi sanat müzelerinden biri olan Granet Müzesi’ni (Musee Granet) ziyaret etmek isterseniz, bulvarın bitiminden sağa doğru ilerlemeniz gerekiyor.
14-20. yüzyıllar arasında yapılmış 12 bin civarında esere ev sahipliği yapan müzenin, Rembrandt, Degas, Matisse, Monet, Van Gogh, Picasso ve elbette Cezanne’ın da eserleri dahil, çok geniş sanat koleksiyonu var.
Mirabeau Bulvarının paralelindeki Espariat Caddesine geçtiğinizde şehrin önemli kiliselerinden St. Esprit Kilisesi’ni (Églisedu Saint-Esprit) ziyaret edip civardaki krepçilerde kısa bir mola verebilir ve yakınlardaki Albestas Meydanı’nı (Placed’Albertas) ziyaret edebilirsiniz. 3 tarafı şık malikâneler ile çevrili, ortasında ufak bir çeşmesi olan bu meydanın mütevazı görüntüsü sizi aldatmasın. Bir rivayete göre meydanı çevreleyen binaların eski sahipleri, müşteri çekmek için ikinci kattaki balkon korkuluklarını özellikle farklı bir formda yapılmış.
Bulvarı, Adalet sarayına bağlayan ve hala aktif olarak kullanılan tarihi Agard Pasajı’ndan (Passage Agard) geçerseniz yakınındaki gotik tarza yapılan görkemli Madeleine Kilisesi’ni (Eglise de la Madeleine) ziyaret edip Richelme Meydanı’na varırsınız. Oradan da 16. yüzyıldan beri astronomi saati olarak kullanılan, saat başı hareketli figürlerin dansını izleyebileceğiniz ünlü saat kulesi Tour de I’Horloge ile 17.yüzyıldan kalma eski belediye binası, Hotel de Ville’nin çevrelediği Mairie Meydanı’na (Place de La Mairie) ulaşırsınız.
Mairie Meydanının solundan devam ederseniz, İkinci Dünya Savaşından önce Yahudi mahallesi olan, şimdilerde yeme içme ve gece hayatını yönlendiren popüler kafe ve restoranlarla çevrili Cardeurs Meydanı’na (Placedes Cardeurs) çıkıp yemek molası verebilirsiniz.
Merkezden biraz uzakta, 17.yüzyıldan kalma Vedome Konutu (Pavillion de Vedome) sofistike bir Fransız bahçesi ile çevrili. Vedome Dükünün sevgilisi için yaptırdığı bu bina, sonraki sahibinin sanat koleksiyonunun da sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş. Aynı bölgedeki Roma Hamamları (Thermes Sextius), şimdilerde modern ve lüks bir spa kompleksi olarak hizmet veriyor. Roma döneminden beri termal zenginlikleri ile öne çıkan bu bölgede, antik kalıntıları da görebiliyorsunuz.
Apollon’a adanmış bir Roma tapınağının üzerine inşa edildiği söylenen St. Sauveur Katedrali’nin (La cathédrale Saint-Sauveur) birkaç yüzyıl süren inşaatı, romaneskten gotiğe pek çok mimari stili gözlemlemenize imkân veriyor. Sadece kulenin yapımı bile 100 yıl sürmüş. Kilisenin vaftizhane kısmında, eski tapınağa ait kalıntılarını görebiliyorsunuz. Manastır bölümdeki avlu etrafındaki kolonlar ise çok etkileyici formlara sahip.
Aix-en-Provence’e ait, bence en eğlenceli bina ise turistik merkezin tam tersi yöndeki Bibliotheque Mejanes yani şehir kütüphanesi. Kütüphane cephesinin bir kısmı, üç dev kitap heykelinden oluşuyor. Antoinede Saint-Exupery’nin“Küçük Prens”i, Molière’in “Hastalık Hastası” ve Albert Camus’nün “Yabancı’sı.
Fırsat bulursanız, post-empresyonist ressam Paul Cezanne’ın şehir merkezine 1,5 km mesafedeki atölyesini ziyaret etmelisiniz. 1839’da Aix-en-Provence’da doğan, 22 yaşında Paris’e resim eğitimi almaya giden Cezanne, eserlerini sunmak istemeyen jüriye inat, “rededilenler” adıyla düzenlenen bir sergiye katılarak sanat dünyasına açılmış. O’nun Aix’deki ayak izlerini takip etmek isterseniz, zemine çakılmış altın renkli minik plakaları kovalayabilir ve rehberli yürüyüş turlarına katılabilirsiniz.
Lavanta tarlalarını ziyaret etmeyi planlıyorsanız seyahatinizi haziran ve temmuz aylarına denk getirin ama bu dönemin hem sıcak hem de çok popüler olduğunu da unutmayın.
Sokak tezgâhlarından lüks dükkânlara, pek çok yerde satılan Marsilya sabunu ile ilgili de ufak bir bilgi vermek isterim. 1870’de Provence bölgesindeki büyük bir don, zeytin bahçelerini yok etse de Marsilya, Berre ve Alpilles civarındaki bölgeler bu dondan kurtulmuş. Sabun üretimi hızlandıktan sonra Marsilaya’ya uzatılan demiryolu da sabun ticaretinin büyümesini sağlamış. Şimdilerde butik bir iş gibi yürütülse de özellikle Salon Provence’da hala aktif olan birkaç sabun üreticisi, 100 yıldan fazla süredir faaliyet gösteriyor.
Zamanımızın çoğunu şehri keşfederek geçirdiğimiz için, gün boyunca ayaküstü atıştırmalıklar ve bol çikolatalı kreplerle tercih ettik. Yine de öğlen yemeği için ev sahibimizin tavsiye ettiği Drôle d’Endroit’e uğradık. Bulunması çok da kolay olmayan daracık bir çıkmaz sokaktaki bu lokal restoranda kendimize güzel bir ziyafet çektik. Yorgunluğumuzu atmak için ise Les Deux Garçons’da uzunca bir mola verdik. Elbette bolca makaron ve bölgenin meşhur portakal aromalı badem ezmesi Calisson’dan yiyip, gördüğümüz her şekerci dükkânına girerek kurabiyeler denedik.
Taş döşenmiş sürprizli sokakları, irili ufaklı meydanları ile her köşesi ayrı bir tablonun konusu olmaya değecek güzellikteki bu şık kent için günü birlik ziyaretçilerin neden “keşke biraz daha kalabilseydik” dediklerini şehre iner inmez anlıyorsunuz. Bu yüzden plan yapmaya başlayın çünkü Provans’ın en yaşanası zamanları kapıda.