Güney İngiltere Notları, BATH ve STONEHENGE

Writer: Ayça Akad

Date: 21/12/2025

PAYLAŞ

Avon Nehri kıyısında, bal rengi taşlı, nizami evleriyle göz kamaştıran bir yerden bahsetmek istiyorum. Adı, “banyo” ve “kaplıca” anlamına gelen zarif İngiliz kenti Bath’tan.

Bristol’e yalnızca 20km uzaklıkta, Somerset Kontluğu’nda yer alan Bath, Romalılar tarafından MS. 60’larda kurulmuş. Tanrıça Sulis’e adanan bir tapınak ve çevresine inşa edilen halka açık termal banyolar, yüzyıllar boyunca şifalı sularıyla ün kazanmış.

400’lerde Romalıların bölgeden çekilmesiyle kente İngilizler yerleşmiş. Orta Çağ’da yün endüstrisinin önemli merkezlerden biri haline gelen şehrin nüfusu 1600’lerde azalmaya başlamış. Ancak kilisenin çevresinden gelen kötü kokular üzerine yapılan kazılarda eski Roma hamamlarının bulunması, kente yeniden hayat vermiş.

1700’lerden önce ikinci sınıf bir yerleşim sayılan Bath’ın kaderi, çocuk sahibi olamayan ve şehre sıkça gelen Kraliçe Anne’in, buradaki ziyaretlerinden bir süre sonra hamile kalmasıyla değişmiş. Kentin sularının şifasına inanan Londra burjuvazisi için kısa sürede popüler yerleşim haline gelmiş.

18’inci yüzyılda mimar John Wood, Bath’ın potansiyelini öngörerek büyük toprak sahiplerini ikna etmiş ve titiz bir şehir planlamasıyla kentin bugüne uzanan zarif siluetini şekillendirmiş. Onun vizyonu Bath’ı, Rönesans şehirlerinin içe dönük, tekdüze sokaklarından farklı olarak, Georgian tarzda, mimari, kentsel tasarım ve peyzaj düzenlemesinin mükemmel bir şekilde bütünleştiği bir kente dönüştürmüş. Bath, 1987’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.  

Şehirdeki en önemli cazibe merkezi, dört ana bölümden oluşan Roma Hamamları. Kompleks; Kutsal Kaynak (The Sacred Spring), Roma Tapınağı (Roman Temple), Roma Hamamı (The Roman Bath House) ve Aquae Sulis’ten eserler barındıran müzeden oluşuyor. Hamamda görülen heykeller ve sütunlar, 1800’lerde Roma etkisini arttırmak için yerleştirilmiş. Yılda 1,3 milyondan fazla ziyaretçi ağırlayan bu kompleksin 35–40°C sıcaklıktaki mineralli “kutsal” suyunda artık yıkanmak yasak.

1706’da açılan ünlü Pump Room, bir dönem hem şifalı su içmek hem de sosyalleşmek için kullanılırken günümüzde restoran olarak hizmet veriyor. Charles Dickens ve Jane Austen gibi isimler de zamanında buranın müdavimleriymiş.

Bath’ın simgelerinden biri de Pulteney Köprüsü. Avon Nehri’nin diğer yakasındaki gelişmemiş araziye geçişi sağlamak için 1770’lerde inşa edilen bu üç kemerli köprü, Floransa’daki Ponte Vecchio gibi iki yanında dükkânlar ve kafeler bulunan dünyadaki yalnızca dört örnekten biri. Russell Crowe’un rol aldığı Sefiller filmindeki bazı sahneler de burada çekilmiş. Hemen önündeki Pulteney Barajı, 1970’lerde yeniden inşa edilerek üç kademeli at nalı formundaki tasarımıyla bugünkü etkileyici görünümünü kazanmış.

Kahve molası verip uzun uzun seyrettiğim köprüden ayrılıp 18’inci yüzyıl şehirciliğinin etkileyici örneklerinden ikisini keşfetmek için şehrin kuzeybatısına ilerliyoruz. Bath’ın “güneşi” ve “ayını” simgeleyen The (King’s) Circus ve The Royal Crescent’e…

Georgian döneminin ilk apartman dairelerinin sıralandığı The Royal Crescent, mimar John Wood ‘un aynı isimli oğlu tarafından tamamlanmış. Hilal biçiminde dizilmiş 30 evden oluşan bu zarif yapı bloğu, bugün büyük ölçüde özel mülk olarak kullanılıyor. No:1 Royal Crescent ise dönemin günlük yaşamını deneyimleyebileceğiniz bir müze. Ayrıca Bridgerton dizisinin bazı sahneleri de burada çekilmiş.

The Circus ise üç katlı, 33 “townhouse”un yani sıra evlerin çevrelediği dairesel bir meydandan oluşuyor. Merkezindeki küçük parkla birlikte mükemmel bir geometrik uyum sergileyen bloğun, Stonehenge ile aynı çevre uzunluğuna sahip olması dikkat çekici. Mimar John Wood’un, Druid kültürüne hayran olduğu ve Bath’ın Druidlerin başlıca merkezi olduğuna inanıyormuş. Hatta Stonehenge’i inceleyip The Circus’u aynı çapta tasarladığı söyleniyor.

The Circus’un arkasındaki The Gravel Walk caddesi, bir zamanlar çiflerin gizlice buluştuğu ve beyefendilerin düello yaptığı bir sokakmış. Rivayete göre, bu düellolarda ölenlerin hayaletleri hâlâ bu sokakta dolaşırmış. Sokak üzerindeki ufak The Georgian Garden ise dönemin tipik İngiliz bahçesini canlandırmak amacıyla 1990’larda, orijinal planına sadık kalacak şekilde yeniden oluşturulmuş.

Sokaklarda dolaşırken, duvar örülmüş pencerelere de rastlayacaksınız. 18’inci yüzyılda Britanya’lı evin sahipleri, binadaki pencere sayısına göre emlak vergisi ödüyorlarmış. Daha az vergi vermek isteyenler ise pencerelerini tuğlayla örerek kapatmış.

Şehrin yüksek noktalarından birinde yer alan Bath Abbey, Gotik mimarinin zarif bir örneği. 7’nci yüzyılda manastır olarak inşa edilen yapı, yüzyıllar boyunca birçok kez yenilenmiş. Batı cephesine, Kral’ın rüyasında gördüğü “meleklerin göğe tırmandığı merdiven” sahnesi işlenmiş. İç mekânda ise tavandaki yelpaze tonozlarıyla dikkat çekiyor.

Ben Bath Üniversitesi kampüsünde konakladığım için, kentin çevresindeki geniş yeşil alanları ve golf sahalarını keşfetme fırsatım olmuştu. Yakınlardaki Sham Castle, uzaktan gerçek bir Ortaçağ kalesi gibi görünse de 18’inci yüzyılda zengin bir mülk sahibinin manzarasını güzelleştirmek için inşa ettirdiği bir dekormuş.

Ünlü yazar Jane Austen “Northanger Manastırı” ve “İkna” gibi önemli romanlarını Bath’ta yaşadığı dönemde kaleme almış. Bir Austen hayranıysanız, seyahatinizi Eylül ayına denk getirin; her yıl düzenlenen Jane Austen Festivali, binlerce kişinin dönem kostümleriyle katıldığı renkli bir geçit töreniyle sona eriyor. Şehirdeyse yazarın adını taşıyan müzeyi ve Sydney Gardens’ın karşısındaki evini ziyaret edebiliyorsunuz.

Bu arada, yazı boyunca okuduğunuz “Georgian” mimarisi adını, 16’ncı yüzyılda hüküm süren Britanya kralları I.-II.-III. ve IV. George’dan alıyor. Rönesans mimarisinin yeniden canlandırılıp, Antik Yunan ve Roma’nın klasik mimarisini temel alan simetrileri ve matematiksel orantıları içeren bu sanat akımının en güzel örneklerini bulacağınız Bath’ta yapabilecekleriniz bunlarla sınırlı değil elbette. Astronomiye ilgi duyuyorsanız, Uranüs’ü keşfeden William Herschel’in eşsiz bir koleksiyona ev sahipliği yapan Herschel Müzesi ile şehrin ilk halka açık sanat galerisi olan Holburne Müzesi de ilgi çekici duraklardan.

Bath’tan ayrılıp rotayı kuzeybatıya çevirdiğinizde, yaklaşık bir saatlik bir yolculuğun ardından İngiltere’nin en gizemli yapılarından biri olan Stonehenge’e ulaşıyorsunuz. Wiltshire kırsalının ortasında bulunan bu taş çember, binlerce yıldır insanlığın hayal gücünü meşgul ediyor.

Arkeolojik bulgular, Stonehenge’in MÖ 3000-2000 yıllar arasında, birkaç aşamada inşa edildiğini gösteriyor. 19’uncu yüzyıldan 20’inci yüzyılın başlarına kadar bombalı saldırılara maruz kalan yapı pek çok defa onarılmış.

Dış halkayı oluşturan monolit blokların bazıları 25 ton ağırlığında. Boyları 7 mt’yi bulan bu taşların yaklaşık 30 kilometre uzaklıktan getirildiği düşünülüyor. İçteki daireyi oluşturan 4 tonluk daha küçük mavimsi taşların ise Galler’in batısından, 200-300 kilometre uzaktan taşındığı tahmin ediliyor.

Stonehenge’in dini ritüeller, astronomik gözlemler ve toplumsal birliktelik önemli rol oynamış olabileceği düşünülüyor. Yaz gündönümünde güneşin Heel Stone adı verilen taşın tam üzerinden doğması, anıtın astronomik bir gözlem noktası olarak kullanıldığını görüşünü desteklese de taşlar hala gizemini koruyor.

Bu arada, “henge” terimi, kenarında bir hendek bulunan dairesel yapıları ifade ediyor. İngiltere’nin güneyine dağılmış, dikili taşlı veya taşsız düzinelerce başka “henge” daha bulunuyor.

Girişteki ziyaretçi merkezinden Stonehenge’e, 1920’lerden kalma uzunca bir yürüyüş yoluyla ulaşıyorsunuz. Normalde çemberin içine girilmesi yasak, ancak gündönümlerinde izin veriliyor. Özellikle 21 Haziran’daki yaz gündönümünde, binlerce kişi güneşin doğuşunu izlemek için Stonehenge’e akın ediyor.  

Müze ve interaktif sergi alanından taşların nasıl taşındığı, hangi ritüellerde kullanılmış olabileceği ve çevrede keşfedilen mezar höyükleri hakkında bilgi alabiliyorsunuz. Hatta sanal bir deneyim odasında, yaz gündönümünü Stonehenge’in içinden izleme fırsatı bile var.

Ben, Bath’ta bulunduğum dönemde ayarladığım bir turla gitmiştim ama Londra’dan kalkan ve hem Bath’ı hem de Stonehenge’i kapsayan turlar mevcut. Taş çemberi ve müzeyi rahatça gezebilecek vaktimiz olduğunu hatırlıyorum. Pek çok kişi Stonehenge’in beklediklerinden daha küçük olduğunu söylese de, ben tam tersine gördüğümden çok etkilendim. Hatta bence tam da hayal ettiğim gibiydi.

Bath’tan Stonehenge’e doğru ilerlerken, Wiltshire tepelerinde devasa bir beyaz at figürü göreceksiniz. Tebeşir taşıyla oyularak oluşturulan bu 55 metrelik figürün, 9’uncu yüzyılda Wessex Krallığı döneminden kaldığı düşünülüyor.

Toplamda üç gün süren kısa Bath seyahatime, milattan öncesinin gizemli taş çemberinden Roma kalıntılarına, İngiliz zarafetinin en güzel örneklerinden rüzgârın uğuldadığı huzur dolu çayırlara kadar çok şey sığdırdım. Londra’ya kadar geldiyseniz bir gününüzü buraya ayırın ve kendinize, büyük şehirlerin kaosundan uzak, zamanın yavaşladığı bir kaçamak hediye edin.

PAYLAŞ