İnsanları Değil, Fikirleri ve Eylemleri Örnek Alıyorum

Writer: O. Suat Özçelebi

Date: 29/03/2021

PAYLAŞ

Şirin Mine Kılıç
Mineral Medya Genel Müdürü
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü Başkan Vekili

Röportaj: O. Suat Özçelebi / [email protected]

Birçok şapkası olan bir kadından bahsedeceğiz bu sayıda, ilham veren kadınlar bölümünde. Kendisini uzun yıllardır tanıyorum. Gazeteci ve KA.DER üyesi iken başladı tanışıklığımız. Birçok yönüyle beni şaşırtmış bir kadındır Mine, ama en çok hayatı birçok yönüyle kavrarken hemen hepsine içselleştirdiği “iyi ve dürüst bir yurttaş” olmak kimliğini, feminist tarafını, coşkulu, sonuç alan öfkesini bütün içtenliği ile yansıtabilmesi ilgimi çekmiştir.

Katıksız sigara düşmanıdır, hayvanseverdir, maratoncudur, iletişim danışmanıdır, vejetaryan olamadığı için üzgündür, hem Adanalı hem Antakyalıdır, gazetecidir, cesurdur, sivil toplum aktivistidir, haksızlıklara karşı öfkelidir, etkili bir sosyal medya kullanıcısıdır, feministtir, yazmazsa aklını yitirecek biridir hatta kendi deyimiyle bir “İsviçre çakısı”na dönüşmüştür.

Sosyal medyada seni izleyenler karşılarında duyarlı adeta ideal bir yurttaş Mine görüyorlar, yaşadıklarını tüm açıklığı ile anlatan dobra dobra anlatan bir kadın… İnsanlara ilham veren bir yanın olduğunu düşünüyorum. Birçok konuda hem insanlara haklarını savunma hem de kendi haklarını savunurken adeta örnek oluyorsun. Birçok konuda çok duyarlısın.

İdeal yurttaş diyemeyiz, benim kendi doğru bildiklerim var. Ve o doğru bildiklerimde kalabilmek için bir partinin içinde olmadan, sivil toplum tarafında kalarak orada gösterdiğim bir tarafım var. İnandığım gibi yaşamazsam yapmazsam, kendimden utanırım. Hak temelli bir yaklaşım aslında. Ben insanları değil, fikirleri ve eylemleri örnek alıyorum.

Peki buradaki rol model kim, bu Mine’yi yaratan nedir? Hani ailede bir figür mü var, kızlar halaya çeker derler ya da bir öğretmenin bir etkisi mi var?

Mesleki açıdan var aslında, 7 yaşında televizyonda izlediğim bir gazeteci dizisi vardı. Kahramanı da genç bir kadındı, kısacık saçlarını bile çok iyi hatırlıyorum. Çok aradım sonra, ama diziyi bulamadım. O dizideki karakter, yaptıkları beni çok etkilemiştir. Bir fotoğraf makinası vardı, birçok yere gidiyordu. Aslında okul yıllarında çok iyi resim çizerdim, öğretmenlerim de desteklediler, güzel sanatlara yönlendirmek istediler ama hem ben çok tutkulu değildim hem de ailem “oradan hayatını kazanamazsın” diyerek desteklemedi. Aynı durum üniversitede de oldu. Lise yıllarımdan bu yana feministim. Üniversitede feminist akademisyenler vardı, araştırma görevlisi olmamı istediler, destekleyeceklerdi. Hayat boyu ders çalışma fikri zor geldi sanırım, kabul etmedim.

Aslında madem o konuya girdin sorayım, feminist olmanda etkili olan neydi? Yani feminizminin kökeninde “bir gün Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sını okudum ve” diye başlayan bir hikaye var mı?

Duygu Asena… Kadının Adı Yok adlı kitabıyla. Lisede onu okumaya başladım. Ama ben ilkokuldan beri kitap okurdum. Her şeyi okurdum. Lisede bana bir şey oldu. Tam adlandıramıyorum. Çünkü ortaokulda dindardım. Kuran kursuna bile gittim. Oruç tutardım. Babam da dindar biriydi. Ortaokul yıllarımda şunun kafamıza kakıldığını hatırlıyorum, “eğlenilecek kız, evlenilecek kız”. Bir anket defterine kendim için “evlenilecek kız” yazdığımı hatırlıyorum, travmaya bak. Sonra onu öyle yazdığımı hatırlayınca, lisede çok utandım. Bana “erkek Fatma” derlerdi küçükken, erkeklik abartılırdı, lisedeyden “bana artık bunu demeyin” dediğimi hatırlıyorum. Beni her zaman şu rahatsız etmiştir, erkekler hep oturuyor, kadınlar hep hizmet ediyor. Bunu dile getirdiğim zaman babamın bana kızdığını hatırlıyorum. Ama aynı babam beni ve kız kardeşlerimi “Üniversite okumazsanız evde oturur, çocuk bakar, ev işi yaparsınız” diyerek korkutur, okumaya teşvik ederdi. Annem ve babam, “Mutlaka üniversite okuyacaksınız, kendi paranızı kazanacaksınız” derdi. Mezun olup ilk yıl üniversiteyi kazanamayınca, eyvah şimdi beni evlendirecekler diye korktum. Ama babam beni hafta arası İngilizce kursuna, hafta sonu dershaneye yolladı, Çukurova Üniversitesi İngilizce İktisat bölümünü kazandım.

Gazetecilik nasıl başladı? Sanıyorum sen de benim gibi Hürriyet
Vakfı’nın Erol Simavi Özel İletişim ve Eğitim Merkezi mezunusun.

Evet, gazetede vakfın ilanını gördüm. Önce yazılı bir başvuru yaptım. Kabul edilince sözlü sınava aldılar ve kazandım. Yazılı başvuruda “Annenizin mesleği nedir” sorusuna, “ücretsiz aile işçisi” yazdığımı hatırlıyorum. Milliyet’te Ekonomi servisinde çalışmaya başladım. Necati Doğru beni işe aldı. Onu, Adanalı kadınları nasıl kurtaracağımı anlatarak ikna etmiştim.

Medya geçmişin Milliyet’ten sonra…

Hürriyet’in dergi grubuna girdim. Kariyer Dünyası dergisi vardı, Türkiye’nin ilk insan kaynakları dergisi, çok severek çalıştım. Editörlükten haber müdürlüğüne kadar geldim, çok şey öğrendim orada. Ekonomik kriz sonrası 2001 gibi aynı grup içinde yenibiriş’ten Hürriyet İK’ya geçtim. Türkiye’de insan kaynakları kavramının yükseldiği yıllardı, çok okunuyorduk. Kanımca yazmak içseldir ve içinde de kalmamalıdır. Hele de gazeteci isen herkesten farklı bir yerden bakar ve röntgen aleti gibi, kimsenin görmediğini görürsün.

Sivil toplumcu yönün de yine bu zamana denk düşüyor, 2000’lerin başında Kadın Adayları Destekleme Derneği (KA.DER) deneyimi… Burada çeşitli dönemlerde yönetim kurulu üyeliği yaptın. Şimdi Sosyal Dayanışma Ağı’nda (SODA) genel sekretersin.

Hürriyet’te çalışırken KA.DER’de yönetim kurulu üyesi olan bir arkadaşımın daveti ile derneğe girdim. KA.DER Türkiye’de çok şey başardı. Kadın temsili bugün TBMM’de %17’ye gelmişse bunda KA.DER’in payı çok büyüktür. Özellikle farkındalık yaratma konusunda. Hatta iktidarın kurdurduğu Kadın ve Demokrasi Merkezi’nin (KADEM) kuruluşunun sebebi de KA.DER’dir, bizim karşımıza onu çıkardılar. 2000’lerin başından itibaren KA.DER’de görev alan birçok kadın “toplumsal cinsiyet eşitliği” için kadın katılımı artsın diye bir yerlerde lobi yapıyor. Mesela ben de bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübünde (İBBSK) gönüllü olarak yaptığım çalışmalarda eşitlik için çalışıyorum, her branşta kadın ve erkek takımı olması gerektiğini söylüyorum. Bu, zaman içinde mutlaka olacak.
Her alanda “toplumsal cinsiyet eşitliği” olmalı diye bakıyorum. Ben KA.DER’de aynı zamanda eğitim gördüm, örneğin kotaya karşıydım, tek derste kota yanlısı oldum. Çünkü kota olmadan özellikle siyasette, kadın katılımının artması neredeyse imkansız. KA.DER bütün kadınlar için hatta medya için bile bir ”aydınlanma” hareketidir aynı zamanda. 2000’lerin başında, medyanın dili de haberleri de cinsiyetçi, ayrımcı, şovenistti. Bu dilin değişmesi için lobi çalışmaları yaptık, “erkek direnişine rağmen” başarılı olduğumuzu da düşünüyorum. Sivil toplumu, iş dünyasında birçok kadını ve erkeği etkiledik.

Peki sivil toplum deneyimi, medya deneyimi, radyo ve TV programları
Kanal D, TV8, Radyo 92.3 ve diğerleri Şirin Mine Kılıç’a ne kattı, onu nasıl dönüştürdü?

En başta network katıyor insana, çok farklı alanlardan insanlarla iletişim, bilgi alışverişi… Onların çoğu ile hala görüşürüm. Yetkinliğinin artmasını sağlıyor. Bugün rahatlıkla sunuculuk, TV ya da radyo programı yapabilirim. Ve en önemlisi bu ilişkilerle sürekli yeni bir şeyler öğreniyorsun. Kendi söylemek istediklerin için de bir alan yar atıyorsun. Bir İsviçre çakısına dönüşüyorsun.

Peki İmamoğlu kampanyası…
Ekrem İmamoğlu ile belediye başkan adayı olduğu 2014 yerel seçimlerinde çalıştım. Bir arkadaşım aracılığıyla görüşme yaptık. Beylikdüzü kampanyası öncesinde çok ciddi bir hazırlığı vardı, her şeyi tamdı, projeler, sunumlar hepsi hazırdı. Adaylığı öncesinde CHP Beylikdüzü İlçe Başkanı olduğu için bir belediye başkanı gibi çalışmıştı, yönetiminin yarısını kadınlardan oluşturmuştu. Beni kampanyaya katan, eşitlikçi bakış açısı ve ekibinde kadınların da olmasıydı..

Başka bir aday, mesela kadın aday değil de İmamoğlu kampanyasında çalışmanın özel bir nedeni var mıydı?
Dürüst olması. Çok açıktı, çok şeffaftı, tertemiz bir insandı. Samimiydi ve yaptığı şeyler çok değerliydi. Bir sistem insanıydı. İlçe başkanlığını gecekondu gibi bir yerden modern bir yere taşımıştı. 500 kişilik bir toplantı salonu vardı. İl Başkanlığının bile böyle bir merkezi yoktu. Sıfırdan ekip kurmuştu, onlarca insanı tek tek arayıp kendisiyle çalışmaya ikna etmişti.

Kitap da o zaman değil mi, “Ekrem İmamoğlu – Benim Sevgili Başkanım”…
Kampanyadan birkaç ay önce, aday adayı döneminde çalışmaya başladık. Ardından çok başarılı bir kampanya yaptık. Politikaya atılmasından ilçe başkanlığına ve ardından belediye başkanı seçilmesine kadar olan dönemde yaptıkları inanılmazdı. Ekrem Beye, “Bu sistemi yazalım, CHP’li veya başka bir partili bunu uygulasa seçim kazanır” dedim. Amacım bir yönetim tarzı olarak “Ekrem İmamoğlu Modeli”ni yazmaktı. Bir biyografi kitabı yazma niyetim yoktu. İlk taslak işte bu modelin kitabıydı. Ancak daha sonra Ekrem Beyin danışmanı Necati Özkan bir biyografiye dönüşmesini önerdi. O bence daha vizyoner bakıyordu. Böylece kitabı tamamlamam iki yıl sürdü. 30’un üzerinde kişiyle görüştüm. Çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği Trabzon’a ve üniversite eğitiminin iki yılını geçirdiği Kıbrıs’a gittim. Kitap 2016’da basıldı ve pek satmadı. İstanbul’un küçük bir ilçesinin belediye başkanının kim olduğu fazla insanın ilgisini çekmedi. 2019’daki İBB Başkanlığı seçim kampanyasında “Benim Sevgili Başkanım” başlığını küçültüp, kitabın adını “Ekrem İmamoğlu” yaptık, vizyonunu, çalışmalarını, projelerini ekledik. Bu kez başkanı merak eden çok insan çıktı ve 10. baskıya kadar geldik.

Koşucu yönünü, sporu da konuşalım biraz. Maraton koşuyorsun, ultra maraton koşuyorsun. Bu konudaki direncin, azmin birçok kişi gibi beni de çok şaşırtıyor.
Aslında okul yıllarımda ve sonrasında düzenli olmasa da spor yaptım. Hentbol, basketbol, futbol oynadım. Koşuya başlamam biraz geç oldu, 39 yaşındaydım, neredeyse 13 yıl oldu. Erkek arkadaşım Soner koşardı, bir gün ben de onunla koşmaya çıktım, sadece bir yıl sonra 42.2km’lik İstanbul Maratonu’nu koştum.


Sen sadece maraton değil 42.2km üzerindeki yarışlar olan ultra maratonları da koşuyorsun. İki kez 160km’lik Tuz Gölü Ultra Maratonunu bitirmişsin. Nasıl başarıyorsun bunu?
Mutlu oluyorum ve farklılığı hissediyorum. Herkes çok acayip görüyor ama aslında garip bir durum yok. Antrenman yapan herkes her mesafeyi koşabilir. 2009’da, Türkiye’nin ilk ultra maratoncusu Bakiye Duran’la tanıştım, ondan aldığım güç ve ilhamla ultraları da koşmaya başladım. Bir kadın hakları aktivisti olarak kadınların koşu alanında az olmalarını bir sorun olarak gördüm. Bir yandan koşarken bir yandan da kadınları koşmaya teşvik ettim. Türkiye’de koşan insan sayısı çok az ve bu azlık içinde kadınlar tam bir azınlık. Koşmak beni çok mutlu ediyor, ayrıcalıklı ve güçlü hissettiriyor, sağlıklı da oluyorsun tabi, sakatlanmazsan. Ama ben sağlıklı olmak için değil, “kilometre yemeyi” sevdiğim için koşuyorum.


Maraton koşmak isteyenlere söylemek istediğin bir şey, önerilerin var mı?
Çıkacak, koşacak. Ama tabii doğru malzemeyle koşacak. Mesela penye giymeyeceksin, naylon giyeceksin. Biraz paraya kıyacak performans ayakkabısı alacaksın. Pahalı değil rahat ettiğin ayakkabıyı tercih edeceksin. Yeni başlıyorsan hemen maraton koşmayacak, yavaş yavaş mesafeyi artıracaksın. Koşmayı bilen birine danışmakta da fayda var. Çünkü bilinçsizce yapıldığında tehlikeli bir eylem koşu. Mesela tükettiğini yerine koymazsan demir eksikliği olabilir, ben bundan ötürü tedavi gördüm. Koştuktan sonra insan bedenini daha fazla tanımaya başlıyor. Sadece düzenli yürüsen bile bedenine daha saygılı olmaya başlıyorsun. Özgüvenin artıyor, kendini daha güzel bile hissediyorsun.


Sen şu anda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü Başkan Vekilisin. Oradaki görevinle ilgili bir sürü polemik yapıldı, hatta bazı yayın organlarında bu konu çok abartıldı. Sen muhatap bile almadın açıklama da yapmadın.
Benim oraya geçmemle Ekrem beyin doğrudan bir ilgisi olmadı. Beni daha önce kampanya döneminde çalıştığım Fatih Keleş aradı. Onun daveti ile yönetim kuruluna girdim. Kulübün bir sivil toplum kuruluşu bir dernek olduğunu bilmiyorlar. Ben orada gönüllü çalışıyorum. Hiçbir ücret almıyorum. Kendi aracımı kullanıyorum, benzinimi alıyorum, zamanımı ayırıyorum. 19 branşta 3 bin 500’den fazla sporcumuz var. Türkiye’nin en büyük spor kulübüyüz. Ben yine kendi bakış açımla toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için çaba gösteriyorum. Atletizm ve okçuluk branşlarından sorumluyum. Atletizm büyük bir şube ama 30 yıldır kadın takımı kurulmamıştı, kadın antrenör de yoktu. Onu kurduk, ilk yılımızda başarılar elde ettik. Kadın ve erkek takımlarımızın altyapısını büyütüyoruz. 9-10 Anadolu şehrinde desteklediğimiz çok yetenekli çocuklar var.

Bir de Mineral Medya’yı kendi şirketini nasıl kurdun, ondan söz eder misin?
Bir yayınevinde çalışırken bana kurumsal dergi ve içerik işleri gelmeye başladı. Orada çalışırken bunları yapamazdım. Yani hayat beni kendi şirketimi kurmaya zorladı. Dört ortak kurduk şirketi, zaman içinde ikiye düştü. Kurumsal yayıncılık ve PR hizmeti vermeye başladık. Ekonomik krizlerden çok etkilendik, küçüldük. Şu anda sadece dergi ve editörlük işlerimiz devam ediyor.


Kitapların var, Annem Tek Başına Maça Gitti, Adana’ya Kar Yağmış…
Annem Tek Başına Maça Gitti, gazete ve dergilerde yazdığım yazılardan oluşuyor. Yayınevinden gelen teklifle ortaya çıktı, aslında çok kafamda olan bir şey değildi. Adana’ya Kar Yağmış ise 25 Adanalı’nın yazılarının bir araya getirilmesi ile ortaya çıktı. Benim hikayemin adı “950 kilometre”. Babamın bizi 17 sene Adana’ya getirip götürmesiyle oluşan, ailemiz, akrabalarımızla çok iç içe geçen zamanı, oradaki kadınları, yengelerimi yazdım.


Sigara karşıtlığını biliyorum, bu konuda ödünsüzsün. Sigara nefretinin kaynağı nedir, sporcu tarafın mı?
Bir zehir olması ve aptallık olarak görüyorum. Yalnızca kendine değil, başkalarına da zarar verdiğin bir bağımlılık. Eroin gibi bir şey aslında, kurtulamıyorlar. Hadsiz, bencil, düşüncesiz ve zalim bir biçimde çocukların, yaşlıların, hastaların ve zehirlenmek istemeyen insanların yanında içebiliyorlar. Yaptıkları, insanları zehirlemek ve canlarına kast etmek. Babam mesela bu yüzden öldü 2012’de. Ben sigara ile mücadeleyi her yerde verdim, KA.DER’de bile. Eşitliği, demokrasiyi, adaleti savunurken; sigara içmeyen insanları “bilerek ve isteyerek” zehirleyemezsin.


Senin ciddi hayvansever bir yönün de var, bunun kaynağı nedir?
Sokakta beslediğim kedi, evimde iki yavru doğurdu. Bir anda üç kedi sahipleniverdim. Dört ay sonra anne kedi yavrulara saldırınca evimde değil, oturduğum binada yaşamaya başladı. Ardından iki engelli kedi daha sahiplendim ve 5 yıldır 4 kedi ile yaşıyorum. Kedilerin bağımsızlığını, gururlu hallerini, sakinliğini, güzelliğini, sevgi arsızlığını ve şefkatini çok seviyorum. En sinirli, bezgin, üzgün zamanlarımda bile beni güldürmeyi başarıyorlar. Uzaylı olduklarını düşünüyorum, çünkü insan olamayacak kadar kusursuzlar.


Sence Mine’nin ilham veren tarafı ne?
İlham veren tarafım değil de bence insanlar bir iş yapıyorlarsa farklılaşmalılar, sevdiğin bir iş ise hem o işi iyi yapmalısın hem de farklı bir şey de yapmalısın. Bu arada kendin için çok şey yapmalısın, kendini tek bir işe adamamalısın. Hayatımızı sürdürmek için maaş alarak ya da girişimci olarak yaptığımız iş çok ulvi bir şey değil. Yani para kazandığın şeye mahkum olmamalısın. Az kazan ama başka şeyler de yap, bir hobi edin bir sivil toplum kuruluşunda mutlaka çalış. Çevrene bak seni ne rahatsız ediyor, rahatsız olduğun konunun üstüne git ve değiştirmeye çalış. Ama bir yandan da nazik ol, iyi bir insan ol, kimseyi ezme, üzme, duyarlı, tutarlı ol. Son yıllarda özellikle tutarlılık ve utanma duygusunun artık yaşamımızdan çıktığını görüyorum, bu beni çok üzüyor.





PAYLAŞ