Writer: Nurgül Eryıldır Günay
Date: 13/05/2024
Tamer Levent / Sanata Evet / Oyuncu, Yönetmen, Sanat Yönetmeni ve Oyun Yazarı
Röportaj: Nurgül Eryıldır Günay / [email protected]
1971 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne seviye sınavı ile girdi. Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Bölümünden 1977 yılında mezun oldu. Devlet Tiyatroları’nda önce oyuncu daha sonra yönetmen olarak çalışmalar yaptı. Devlet Tiyatroları genel müdürlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. Yönettiği oyunlar; Rusya, Kanada, Güney Kore, İran ve Kuzey Kıbrıs’ta festivallere davet edildi. Hâlen Devlet Tiyatroları’nda rejisör kadrosundadır ve Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı TOBAV ile Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği TOMEB kurucusu ve ilk genel başkanıdır.
Sahnenin tozunu yutan, karakterlerin derinliklerinde kaybolan ve seyircileri büyüleyen bir isim: Tamer Levent. Tiyatro dünyasının derin sularında yıllardır yol alan Levent, sanatın en yüce ifadesini sahneye taşıyan ustalardan biri. Onun kariyeri, sadece parlak performansları değil, aynı zamanda sanatın insanı, hayatı nasıl etkileyebileceği konusundaki derin düşünceleriyle de dikkat çekiyor.
Sanatın gücüne olan inancı, onu her zaman yenilikçi ve cesur bir sanatçı olarak öne çıkarmıştır. Tamer Levent ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajda, kariyerindeki kilometre taşları, sanat kavramına bakışı ve tiyatronun insan üzerindeki etkileri hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirerek, sanatın evrenselliğini, yaşamın ta kendisi olduğunu bir kez daha keşfetme fırsatını yakaladık.
Tiyatro kariyerinize nasıl başladınız ve bu süreçteki en önemli dönüm noktanız neydi?
Lise çağlarında fen bölümünde okurken, diğer yandan okul tiyatrosu gruplarında da oynuyordum. Liseden sonra annem Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gitmemi istedi. Sınava girdim, kazandım. Ankara Devlet Konservatuvarı da Cebeci’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Hukuk Fakültesi’nin çok yakınında idi. İstanbul’da belediyenin tiyatro kursları vardı. Darülbedayi, Muhsin Hoca’nın okulu vardı. Tiyatro bölümü öyle her yerde yoktu. Bir gün Ankara’da arkadaşlarla otururken, tiyatroya olan ilgimi bildikleri için, neden konservatuar sınavına girmiyorsun dediler. Ben de gittim müracaat ettim. Fakat biraz yaşım geçmiş, 6 ay kadar. O nedenle seviye sınavına girmen söz konusu olabilir dediler. Bir tür üstün yetenek sınavı. Nasıl olsa siyasal bilgilere giriyorum diye sınava girmeyecektim. Arkadaşlar korktun mu niye girmiyorsun diye ısrar ettiler. Ben de gireyim ne olacak dedim. Girdim. Kazandım. Yaşım 6 ay geçtiği için okula girebilmem için Bakanlar Kurulu’na teklif edildi ve sonunda özel bir kararla okula alındım. Bu olay hayatımın dönüm noktasıdır. Ankara Devlet Konservatuarı’nı parasız yatılı burslu olarak kazandım. O gün zaten siyasalı kazandım, tiyatroyla ne ilgim var deyip, seviye sınavına girmeseydim, bugün tiyatrocu olmayacaktım.
Intern olmadan önceki doktorluk gibi, 3 yıl orta sınıf, 2 yıl da yüksek olarak, toplam 5 yıl okudum. O zamanlar okullu oyuncu pek olmadığı için mezun olanlar doğrudan devlet tiyatrolarına geçiyordu. Ben de Ankara Devlet Tiyatrosu’na girdim. Ondan sonra sürekli yeni gelişmelerle tiyatro kariyerim devam etti.
İlk rolünüzü hatırlıyor musunuz?
Aslında birden fazla ilk rolüm var. Örneğin başrolü rahmetli Cüneyt Gökçer hocanın oynadığı Damdaki Kemancı’da rol aldım. Hayata dair dedikoduları anlatan, koro gibi bir grup içindeki mahalle delikanlısı bir çocuğu oynadım. Yine aynı dönemde Moliére’in İnsandan Kaçan diğer adıyla Mizantrop adlı oyununda rol aldım. Sonrasında bir sürü rol geldi. Daha sonra kendim reji yapmaya başladım. Benim oyunculuk ve rejisörlük kariyerimin başladığı ve geliştiği yer Ankara Devlet Konservatuarı ve Ankara Devlet Tiyatrosudur.
Bu süreçte yaptığım işleri “sanat” olarak nasıl yaparım diye düşünmeye başladım. Çünkü bu işleri sadece meslek olarak yaparsanız, o zaman hani memuriyette söylenir ya sabah 9 akşam 6 diye, burada da benzer şekilde akşam 7, gece 1 gibi belli bir rutine bağlayıp yapabilirsiniz. Ben madem tiyatroyu seviyorum, bu beceriye de sahibim, o halde sanat yapmalıyım diye düşündüm. Çünkü tiyatroyu profesyonel olarak sadece para kazanmak için değil, sırf kendisi için yapmak isteyen de var. Devlet Tiyatroları düzenli maaş aldığınız, ödenekli tiyatrolar olduğu için, burada oyunculuğu profesyonel olarak yapmak hakikaten tam bir meslek. Emekli de olabiliyorsunuz. Bu anlamda Devlet Tiyatroları bir yandan Türkiye’de tiyatro kültürüne örnek olma misyonuna sahipken, diğer yanda insanı biraz memurlaştırma tehlikesi de var. Ben o memurlaştırma tehlikesine asla girmek istemedim.
O zaman da ‘sanat kavramı ne demektir, sanat nasıl bir şeydir’ diye düşünmeye, araştırmaya başladım. Sanat tiyatronun kod adı değildir. Sanat, hangi işi yaparsanız yapın buna tiyatro, resim de dahil o işi özenle, etik, estetik ve adalet değerlerine sahip çıkarak, bu konularda titizlik göstererek yapmaya çalışmaktır! Zaten öğrenciliğimden beri bu konuları araştırıyordum. Araştırmalar sayesinde kişiliği, psikolojisi ile oyunları daha çok inceleme fırsatım oldu ve bana farklı özellikler kazandırmaya başladı. Bu özellikler ilk başta biraz refleksler gibiydi, zamanla düşüncelerim daha çok oturmaya başladı. Mesleki kariyerime esas o zaman başladım diyebilirim. Çünkü yaptığımız işi acaba nasıl sanat olarak yapabiliriz düşüncesi öne çıkmaya başladı. Kendime sanatçı demek istemedim. Çünkü bu o iş bitmiş anlamına geliyor. Halbuki sanat bir yolculuktur demek istedim. Böyle böyle gelişti kariyerim.
12 Eylül’den sonra Türkiye’de bütün sivil toplum kuruluşları kapatılmıştı. Yedek subaylık görevim bitince dünyayı da dolaşmış biri olarak yurt dışındaki sistemler konusunda bilgi edinmeye başladım. Türkiye’de henüz bu sistemler yoktu, sistem kurmanın da bir sanat olduğunu düşünmeye başladım. Yani sadece tiyatro yapmak değil, sanat aynı zamanda sistem kurmak demekti. Onun için sivil toplum kuruluşlarının devlet düzeni içerisinde yaşama katkıda bulunacağını anladım. Ankara’da arkadaşlarımla birlikte kısa adı TOBAV olan Tiyatro, Opera, Bale Vakfı’nı kurduk. 32 yıl bu vakfın başkanlığını yaptım ve uluslararası alanda olan ama Türkiye’de benzeri olmayan birçok çalışmanın ilklerini Türkiye’de bu vakıf üzerinden gerçekleştirdik. Yaptığımız çalışmalar neticesinde davetli olarak birçok dünya ülkesine gittim. Tüm bu çalışmalarla birlikte mesleki kariyerim de gelişti diyebilirim.
Hem yönetmenlik hem de oyunculuk yapmak nasıl bir deneyim? Hangisi size daha fazla tatmin sağlıyor?
İkisi de bana tatmin sağlıyor. Hatta biraz önce sözünü ettiğim TOBAV aracılığı ile yaptığımız çalıştaylarda Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’nün uluslararası düzeyde seçimle tayin edilmesi gerektiğini savunmuştum. Çünkü bunlar uluslararası çalıştaydı. Sonuçta da seçimle Devlet Tiyatrosu’na Genel Müdür oldum. Demek ki genel müdürlüğü, oyunculuğu ve yönetmenliği birbirinden hiç ayırmadım. Bu işleri birbirinden ayırmak benim sanat yolculuğu düşünceme aykırıydı. Çünkü sanat yolculuğu düşüncesinde saydıklarımın hepsi birbirini tamamlayan ögelerdi. Ama biz bunları farklı farklı şeyler zannediyoruz. Bir tiyatro nasıl yönetilir biliyor muyuz Türkiye’de? Dünyada sanat yönetimi ve işletmeciliği diye bir kavram var. Bu kavramın Türkiye’de şu anda karşılığı yok. Bu anlamda kurulmuş bir iki fakülte var ama mezunları nerede bilmiyorum. Oyunculuk derseniz kısa zamanda jönlerin poz yaparak ve ezberlerini yaptıkları zaman halledebilecek kolay bir iş gibi görünüyor. Yönetmenlik derseniz hani işin biraz zor tarafı oymuş gibi ama o da müthiş yorumlar ve yaratıcılık gerektiriyor. Uluslararası telif hakkı anlayışında yazarlık ve yönetmenlik doğrudan doğruya telif hakkına tabidir. Oyunculuk komşu haktır. Demek ki dünya da böyle bütünsel düşünüyor. Ama biz hep parça parça düşünüyoruz.
İnsan vücudunu parça parça düşünebilir miyiz? Yani sadece ayak, sadece burun, sadece göz gibi. Bunlar birbirini tamamlayan şeyler. Oyunculuk yaparken drama, yaratıcı oyunculuk konusunda çok araştırma yaptım. Türkiye’de drama kavramı acıklı olarak anlaşılıyor. Drama kavramı aslında ‘durum’ demek. Şimdi bir oyuncu, bir aktör (akt hareket etmek demek) içinde bulunduğu ‘durumu’ anlamıyorsa, o durumu ifade eden söz de dramsa, dramı da acıklı olarak anlıyorsa demek ki bambaşka bir yolda gidiyor. Haritası bozuk. O zaman oyunculuğun marifetlerini geliştiremiyor, oyunculuğun ona kazandıracağı marifetlerin ne olacağını bilemiyor.
“Oy” Türkçe etimolojide “düşünmek” demek. “Oyuncu” demek, “düşünen insan”. Halbuki biz oyuncuyu işe yaramaz insan, numaracı, sahtekar, yalancı gibi kullanıyoruz. Rol yapma, benimle oyun oynama. Kavramların bu kadar yanlış anlaşıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bir otomobilin, sadece karoser vidasını sıkan bir adam üstünde nasıl bir otomobil olacağını bilmez değil mi? Bu Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filminde çok iyi işlenmiş bir konudur. Biz sadece önümüzde bir vida varsa vidayı sıkıyoruz ama bütününü düşünmüyoruz. Eğer siz bütününü düşünerek yaşamı, yaşamdaki insanın sosyal yaşantısını ve sosyal yaşamdaki psikolojisini, verimliliğini, verimsizliğini, davranışlarının nedenlerini düşünüyorsanız o zaman oyunculuğunuz da gelişiyor. Ama düşünmeyip sadece ezber yapıyorsanız o zaman prototip bir oyuncu oluyorsunuz. Dolayısıyla yaşamdaki her şey bir oyuncunun, bir tiyatro yönetmenin, bir tiyatro oyun yazarının, ya da tiyatro işletmecisinin bilmesi farkında olması gereken konulardır diye düşünüyorum.
Türk tiyatrosunun bugünü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türk tiyatrosu çok hızlı gelişti. Üstelik doğru dürüst yasalar da yapılmadı. Mesela fikri mülkiyet hakkı denen 1605’te Bern’de kurulan bir yapı ve düşünce Türkiye’ye çok geç geldi ve hâlâ doğru dürüst kullanılmıyor. Fikrin mülkiyeti, şimdi fikriniz olacak ki mülkünüz olsun. Müteahhitin mülkü nedir, yaptığı binadır. İnsanın mülkü de fikridir. Biz daha bunun ne demek olduğunu bilmiyoruz. Fikrin mülkiyet olması, fikirden mülkiyet, o fikir de proses, o fikir de süreç işte. Süreç yaratıcılık demektir, yani yaratıcılık süreç içinde gerçekleşen bir şey. Biz bunları düşünemediğimiz için, düşünmemiz belki de vakt-i zamanında engellendiği için böyle pratik laflarla, tiyatronun da değerini bilmedik. Kuruluşuyla ve yaygınlaşmasıyla, bütün dünyada insanların da ihtiyacı olan bir şey tiyatro. Kökeni, drama çünkü. Kendini ifade etme ve başkaları ile olan benzerliğini bulma biçimi. E şimdi bunu bu kültürle ele alıp bir ihtiyaç olarak geliştirmediğiniz zaman, o bir ulusal politika, ulusal görüş olmuyor. Olmayınca da Türkiye’de insanlar kendi enerjileriyle bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Meslek tanımları, yasaların çıkması, özlük hakları ve fikri mülkiyet hakkının doğru dürüst işlememesi bir yana neredeyse gölge etme başka ihsan istemem durumu var. Ama bu topluma biraz destek olunsa çok önemli gelişmeler kaydedebileceğine inanıyorum.
Diğer bir konu bütün bu zorlukların içerisinde ödenekli tiyatrolar bir türlü daha verimli çalışma kimliğine oturamadı. Özel tiyatroların pek çok sorunları var. Bu durumda oyun yazarlığının da sorunu var. Tabii oyun yazarlığının ele alacağı konuların incelenmesi ve sahneye taşınmasında, onların yorumlanmasında da zaman zaman sorunlar yaşanıyor. Yakın bir zamana kadar İngilizler kendi kültür mirası olan Shakespeare oyunlarını bugün yeni anlayışlarla dünyanın bugünkü gelişmesine uygun düşüncelerle yorumlarken bizde daha çok yakın bir zamana kadar bunu yapmaya kalkan yönetmenler diğerleri tarafından kabul görmüyorlardı. Hatta ben kendimden önceki kuşakta Shakespeare’i, Shakespeare gibi sahneye koymak gerekir diyen kişiler gördüm. Bunu İngilizlere söyleseniz her halde çok komik bulurlar. Yani Shakespeare’in kendi kültür mirası olduğunu bilen İngilizler bile Shakespeare’i çağa göre yorumlarken, burada hala Shakespeare’i Shakespeare gibi sahneye koymak lazım diyenler çıkıyordu.
Dolayısıyla bu pratikte herkesin her şeyi biliyormuş gibi olma hakkı var. Çünkü kavramlar o kadar karmaşık ve öğrenilemez hale getirilmiş, o kadar yanlış kavramlar üzerinde o kadar yanlış tespitler yapılmış ki bu karmaşada herkes her şeyi söyleyebiliyor. Oysa kavramların rönesanstan beri iyi geliştiği toplumlarda bu kadar karmaşık bir anlayış yoktur. Senin düşüncen insanlığa aykırı çok saçma sapan bir şeyse o senin düşüncen olarak mı kalmalı? Biz onu tartışamaz mıyız? Değişmesi konusunda doğruları bulamaz mıyız? Yani kırmızı bibere tuğla tozu katan bir esnaf çok mu yaratıcı ve başarılıdır, çok mu doğru adamdır? Bunu sorgulamayalım mı? Bunlarla övünen bir toplumuz. Bunlarla övünmekten vazgeçip, yaşamın insani kültürüyle övünülecek bir sisteme, bir anlayışa dönüşmemiz lazım. Buna dönüşmediğimiz takdirde halen büyük millet meclisinde olduğu gibi ‘bana tiyatro yapma’ derler. Aslında keşke bütün insanlık oyunculuk eğitimi alabilse ve oyuncuya düşünen insan dedik ya, gerçekten olması gereken bir oyuncunun rolünü yorumlarken hayata bakışını elde ettiği kıvama bütün insanlık gelebilse. Herkes o zaman kendinin farkında olur, o da yaşama sanatı olur.
Karakter hazırlığı süreciniz nasıl işliyor? Bir rolü canlandırmaya hazırlanırken izlediğiniz yöntemler nelerdir?
Dünyayı, kendi ülkemi, insanımı incelemek. Aristo’nun Politika diye bir kitabı var. Milattan 700 yıl önce yazılmış. Aristo bu kitapta, sanatı, yapılan işin kalitesini ölçme değeri olarak tayin ediyor. Ve bu değeri de ölçmenin 3 tane mihenk taşı var, iyi, güzel ve doğru. Tabii bu iyi güzel ve doğrunun karşıtları da var. Kötü, çirkin ve yanlış. Bu karşılaştırmayı sorgulayarak yapılan işin kalitesini ölçmek söz konusudur diyor. Böylece o işin sanat olup olmadığını tespit edebilirsiniz diyor. Bir oyuncu eğer rolünü çalışırken izleyiciyle kuracağı irtibatta, o rolün kişiliğindeki davranış biçimlerini, karakter özelliklerini, anksiyetesini, kaygı bozukluğunu yansıtacaksa, ya da bunların olumlu yanlarını, bunlarla baş eden olumlu bir kişilik olduğunu yansıtabilmek istiyorsa bunun için bir araştırma yapması lazım. O karakteri yazar niye yaratmış, o bir robot mu, yoksa bir insan mı? Eğer o bir insansa ve yaşantımızdaki bütün olaylardan etkileniyorsa, oyuncu onu o şekilde araştırmalı, incelemeli ve yorumladıktan sonra sahneye koymalı, oynamalı. İzleyici de o yorumla irtibat kurduğu zaman izleyici olmaktan çıkar deneyimci olur ve oyuncunun anlatmak istediğini yani rol oynayarak anlatmak istediğini kendi kafasında muhakeme etmeye başlar. Ben bunu yapmak için çok uğraşıyorum açıkçası. Hem oyunculuk yaparken hem reji yaparken hem oyun yazarken bu anlamda bakıyorum. Sanat kavramının sahip olduğu özellikler bana ilham veriyor. Onları anahtar olarak kullanarak kapıları açıp, düşüncemi zenginleştirip ondan sonra yapacağım işi yapmaya çalışıyorum.
Sahne arkası ve sahne önü deneyimleriniz arasında en çok hangisinden keyif alıyorsunuz?
Sahne önü ve arkası diye ayrım yapmıyorum, hep sahnedeyiz zaten. İnsan bir şeyden nasıl keyif alır? Mesela çok lezzetli bir reçel yerseniz keyif verir. Keyif bence hazla birleşen bir şey olmalıdır ve birçok şeyin birleşmesinden oluşur. Çok değişik bir ayva reçeli yedim keyif aldım. E peki bu reçel nasıl yapıldı, nasıl buraya geldi? Ben neden bundan keyif alıyorum? Şekeri çok mu, az mı, fazla mı, değil mi? Bütün bunları düşündüğümüz zaman benim sahne önü ya da sahne arkası diye bir ayrım yapmam söz konusu değil.
Sahne arkası deyince zaten orada başka bir dünya var, başka bir çalışma biçimi var. Ama bir oyuncu ya da bir yönetmen kendisini hep sahnede hisseder. Düşünceleri ve keyif alma ya da haz alma hali yaptığı işin ve düşündüğü hassasiyetin, özelliklerin izleyiciye yani deneyimciye doğru yansımasıyla yerini bulup bulmadığını ölçmeye çalışıyor. Eğer doğru yansımışsa işte o zaman belki en son nokta keyif olabilir. O zamana kadar keyif yoktur. O zamana kadar olan bayağı bir doğum sancısıdır. Doğum örneğinden gidersek, bu bir süreç. Doğumdan önceki süreç ve doğum süreci ile çocuğun dünyaya gelmesi. Burada doğumu ürün olarak düşünün. Doğan çocuk, o ürünün izleyici ile buluşması gibi. İşte haz o anda başlıyor. Doğum öncesi süreç bayağı yoğun bir çalışmayla geçiyor. Bu yoğunluk, şikayet edilecek bir çalışma değil tabii ki. Çünkü insanı geliştiren o çalışmayı eğer siz layıkıyla yapıyorsanız, her çalışmadan bir gelişme elde ederek çıkıyorsunuz.
Sanata Evet platformundan biraz bahseder misiniz?
Her insan hayatta birtakım işler yapıyor. O işleri insan yapıyorsa onun robottan farkı olması gerekir. Sanat işte bu farkı ortaya koyan bir faktör.
Robot düşünebiliyor belki ama hissedemiyor. Bizim insan olarak hislerimiz de var. Hisler de insan beyniyle çok ilişkili. Biz hisleri başka bir şey, daha mistik bir kavram olarak kullanıyoruz belki hayatımızda. Ama özellikle son yıllarda gelişim gösteren beyin bilimi, sinir bilimi hislerin de beş duyu organıyla beynin aldığı algıların tıpkı bir bilgisayar kaydı yapar gibi kaydedildiğini, dosyalandığını gösterdi. Biz bilgisayarda neyi kaydettiğimizi biliyoruz ama insan kendi beynine neler kaydedildiğini büyük ölçüde bilmiyor, çünkü ona bunu bilebileceği öğretilmiyor. Bilebileceği, öğretilmediği için bir gün o kaydedilmiş bilgilerden bir şey çıkıp onun önüne geldiği zaman mucize olduğunu zannediyor. Halbuki o mucize değil o kaydedilmiş bir bilgi. O bilgi bir şekilde ortaya çıkıyor. Biz beyin bilimini biliyorsak, yaşadıklarımız ve geçmişimizdeki o bilgileri de bilip, yaşadıklarımızla kendi aramızda bir bağ kurabiliyorsak ona farkındalık diyoruz. O farkındalık çerçevesinde beynimizi kontrol edebiliriz. Yani beynimde benim bu kayıt var mı yok mu? İşte o nedenle insanların çocukluklarını hatırlamaları, yaşadıkları ortamı hatırlamaları, aile dizininde onların ortaya çıkması insanlara önemli katkılarda bulunuyor. Dolayısıyla sanat kavramı işte bütün bunları kapsıyor.
İnsan sanat kavramının içeriğini iyi anladığı zaman bütün bunları düşünebilir hale geliyor. Ama sanat kavramının içeriğini iyi anlamadığı zaman tak fişi bitirişi oluyor. Sadece sonuca baktığı için arkaya bir miras kalmıyor, bir gelişme kültürü, o toplumun kendi yaratıcılığını geliştirdiği bir süreçten söz edemiyoruz. Hatta o süreci yaratanları neredeyse büsbütün silmeye çalışan bir tavrımız bile var. Yani hatırımızda kalan, unutulmamış kişilerin birer kültür mirası olarak değerlendirilmesi gerekirken biz onları bile unutturmaya çalışıyoruz. Belleksiz bir toplum yaratmak sanki bize biçilmiş bir kadermiş gibi görünüyor, ama insan kendi kaderini kendi çizebilme yetisine de sahip olmalıdır. Dolayısıyla sanat kavramı esasında burada olduğu gibi farkındalığı ifade ediyor. Yaşadığımız her şeyin farkına varıp, bu farkındalık çerçevesinde eğer yaşadıklarımız bizde soruna dönüşüyorsa, o sorunların nedenlerini bulup o nedenlerin çözülebilmesi için de fikir üretmek gerekiyor.
Fikir üretmek önemli bir şey. Ama fikir üretmek bizde 1960’lar, 70’lerde suç olarak kabul ediliyordu. O halde bizde fikri mülkiyet hakkı enstitüsünün kurulmayışı da bir tesadüf değil demektir! 1605’te Bern’de kurulan bir kuruluş dünyada yaygın bir kültürü temsil ederken biz bundan habersiz gibi davranmışız. 1949’da Alman bir uzman olan Hirsch belli konularda fikri mülkiyet, telif hakları gibi çalışmalar yapmış ama bunlar nerdeyse kullanılmamış bile.
1960 ve 70’lerde ise büyük sorunlar yaşandı. Demek ki hala bizim sanat kavramını yeterince anlamadığımız ve sanat kavramının değerlerinden de yararlanamadığınız, bu değerleri bir kriter olarak kullanamadığımız ortaya çıktı.
Sanata evet platformunun çalışmaları nelerdir?
Bu platform ve düşünce geçmişteki algıyı değiştirerek sanat kavramının insanlara yol gösterici bir içeriğe sahip olduğunu anlatmak istiyor. Atatürk’ün ‘sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir’ sözünden yola çıkarsak, orada sanatsız kalmaktan kastettiği şey bu düşünce yapısı. Şu anda o damarın kopuk olduğunu düşünüyorum. Bu düşünce yapısına sahip olan toplumun o damarını tamir ederek, algıyı değiştireceğiz.
Bu çerçevede bir sürü örnek yaratmaya çalışıyoruz. Daha önce de pek çok şey yaptım. Örneğin 5 Nisan kararıyla tasarruf tedbirleri uygulandığı zaman ben devlet tiyatrolarında genel müdürdüm. Orada büyük bir kampanya açtık. Sanata evet kampanyası ve dedik ki sanatın tasarrufu olmaz. Kullandığınız bir gazeteyi bize getirin, biz onu değerlendirelim dedik. Aşağı yukarı 20 gün içinde Türkiye’de 160 ton gazete toplandı. Bu gazeteleri SEKA’ya satarak o gün 3 milyar Türk Lirası elde ettik. Ve bu parayla Trabzon Devlet Tiyatrosu’na faks makinesi, Sivas Devlet Tiyatrosu’na marangozhane için bir hızar makinası, Antalya Devlet Tiyatrosuna bir piyano satın aldık. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun turne otobüslerinin iç karoserlerini değiştirdik.
Tasarruf tedbirlerinin olduğu bir dönemde bunu yapabildiysek bu bizim toplumumuzun sanata eveti nasıl anladığının da bir göstergesidir. O 160 ton gazetenin toplanması da bunun göstergesidir. Ben o günlerde Ankara’daki pek çok okulda konferanslar verdim. Bu önemli bir şey. Uluslararası pek çok toplantı yaptık. Devlet tiyatrolarının oyunları yurt dışına gittiler yurt dışından övgüler geldi Türkiye’ye. Repertuvar politikası oluşturduk. Yasaların oluşması konusunda çok çabalar sarf ettik. Şimdi de sanat kavramının üzerinde çalışıyorum.
Zaman zaman sanat kavramının anlaşıldığı gruplar karşıma çıkıyor. Bu da beni çok mutlu ediyor. Ama gene örneklere devam ediyoruz. Mesela şu anda Türkiye ve Yunanistan ortaklığıyla yapılan bir Romeo Juliet projesi Atina’da prova ediliyor. Bu oyunda Romeo tarafını Türkler, Juliet tarafını Yunanlılar oynayacak. Romeo Juliet, Shakespeare’in çok önemli oyunlarından biri. Oyunda Montague’ler ve Capulet’ler olarak iki aile var. Bu aileler birbiriyle kanlı bıçaklı kavgalı. Romeo bu aileden birinin çocuğu, Juliet, diğer ailenin çocuğu. Bu iki çocuk birbirlerine aşıklar ve birlikte olmak istiyorlar ama aileler kavga ettiği için olamıyorlar. Şimdi bu oyunun bugün Türkiye ve Yunanistan arasında ortak prodüksiyon olarak yapılıyor olması ne ifade ediyor? Sanat kavramını anladığınız zaman bu mesaj güzel, sanat kavramını anlamadığınız zaman ne var işte öyle bir oyun yapılıyor dersiniz. İşte bu ‘sanata evet’. Böyle şeylerin artık dünyada yapılması gerekiyor.
Diğer bir konu ise, sanatlar lafı. Eskiden 6 ana sanat dalı varmış gibi konuşuluyordu. Resim, tiyatro, müzik, mimarlık, edebiyat, dans. Çocukluğumuzda bunlar dokunulmaz tabulardır zannediyorduk. Sonra bunlara sinema eklendi 7 oldu. Sinemada teknoloji var, ama bu listede teknoloji yoktu. Sonra fotoğraf eklendi 8 oldu. Sonra spor eklendi 9 oldu. Şimdi biz de diyoruz ki 10. sanat dalı gastronomidir. Şimdi ben sanatlar yoktur, sanat kavramı vardır diyorum.
Sanat, gastronomi derken kendimle çelişiyormuş gibi oluyorum, ama hayır olmuyorum. Buradan şunu ispat edeceğiz, bunlar 11 olacak, 12 olacak, 13 olacak, 25 olacak, 30 olacak, 40 olacak ve sanat kavramının esasında bunların adı değil, yaşamın adı olduğu anlaşılacak. Yaşam sanatı!
Eğer insan beyninde sanat özelliği olmasaydı, biz bugün bu devinimle bu gelişmeyi gösteremezdik. Hâlâ mağara devrinde yaşıyor olurduk. Mağara duvarına neden resim yapıyorlardı? Herkes keyif olsun diye yaptıklarını, evin duvarına tablo asmak gibi bir şey olduğunu zannediyor. Hayır, o anlarda onu tanımak için yapıyor, onun fotoğrafını yapıyor.
Mesela, eski Mısır alfabesine dikkat ederseniz, resim gibidir. Yani resim bir tür alfabedir, iletişim biçimidir. Hayata böyle bakmadığımız zaman bambaşka mistik soyutlukla bakıyoruz. Onun da gideceği yer ve anlamı yok.
Siz bu konuda nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?
Türkiye’de dram kelimesi acıklı olarak anlaşılıyordu. Bunun durum olduğunu ve bu durum kelimesinin de insanın hem içsel durumu, hem de dışsal durumu olarak iki ifadesi olduğunu anlatmamız gerekiyor. İçsel duruma düşünce, dışsal duruma davranış diyoruz.
Şu anda biz birbirimizle konuşurken bile içinizden, beyninizden başka bir düşünce geçiyor olabilir. Buradan saat kaçta çıkabilirim, akşam üzeri şuraya yetişmem lazım diye düşünüyor olabilirsiniz. Bunu yüzünüze yansıtmasanız bile dikkat edersem ben bunu anlayabilirim. Bir oyuncu, drama bilen bir insan kendisini de drama kültürüyle yetiştirdiyse ve farkındalığını elde ettiyse başkalarını da anlayabilir. Bu iletişimi de kolaylaştırır. Problemleri rol oynama metoduyla inceleyebiliriz. Yani bir problemin defalarca rol oynama metoduyla durumlaştırıp oynarız ve her durumu muhakeme ettikten sonra hangisinin doğru olduğuna karar verebiliriz.
Sözünü ettiğim konu eğitimde drama olarak 1936 yılından beri İngiltere’de uygulanan bir metot. Bütün eğitim öğretim sistemi drama üzerine kurulmuş, drama tekniğini esas alıyor. Bizde de köy enstitüleri bir anlamda böyle bir yapılanma içerisindeydi ama 1945 yılında tuhaf bir şekilde askıya alındı, 1950 yılında da kapatıldı. Biz bütün insanların bu farkındalığı elde edebileceği, eğitimde drama sisteminin yeniden müfredata girmesini istiyoruz. İşte bu da sanat!
Oyunculuk ve yönetmenlik kariyeriniz boyunca unutamadığınız bir anınızı paylaşabilir misiniz?
Bir sürü var tabi, şimdi ilk aklıma geleni anlatacağım. Tunus’ta uluslararası bir gruba yaratıcı oyunculuk ve drama atölye çalışması yönetiyordum. Burkina Faso’dan, siyahi bir oyuncu hanım da geldi. İlk geldiği gün çok utangaçtı. Atölyelerimizde beden dili, vücutla çalışma, ısınmalar, egzersizler yapılıyordu. Sabahtan öğlene kadar provalara katılmadı, sadece izledi. Öğleden sonra yanıma geldi ‘bugün öğleden sonra çalışmalara katılabilir miyim’ dedi? Sen zaten buraya katılmaya geldin, katılmadın dedim. Ama bana bir şey söylemediniz dedi. Söylemedim, sen kendi kendine karar verirsin diye bıraktım dedim. Sabahleyin katıl diyebilirdiniz dedi. Herkes katılmış bir tek sen oturuyorsun, kendin görmüyor musun dedim. Anladım, çok özür dilerim dedi. Öğleden sonra katıldı. Bu çalışmalar 15 gün sürdü. 15 gün sonrasında müthiş bir gelişme gösterdi, hatta ortak yaptığımız grup gösterisinde başrolü oynadı. Çok da beğenildi. Sonra vedalaşma zamanı geldi. Hep birlikte oturduk, çay, kahve eşliğinde sohbet ettik. Ben de dahil herkes kendi ülkesine dönecek. Gruptaki diğer katılımcılar ona bir sorsana ilk gün esasında o ne hissetmişti dediler. Sormayacaktım, sor sor diye ısrar ettiler o yüzden sordum. Kız da ilk günkü utangaçlığını atmış bir şekilde, gayet neşeli ve gülerek, hatta kendisini eleştirerek dedi ki, açıkçası ben ilk geldiğim gün siz orda çalışmaları yaparken, o kadar kendime benzer düşünceler üzerinde pratik yaptığınızı gördüm ki, ben sanki başka insanları plastik, bir tek kendimi gerçek zannediyordum. O gün anladım ki bütün insanlar birbirine benziyor. Onun için öğleden sonra katılmak istedim dedi.
Halbuki bana katılmam için sen söyleseydin demişti ama esası buymuş. Bu çok hoş bir örnektir. Shakespeare diyor ki bütün dünya bir oyun sahnesi, perdeleri bilgi çağı olan bu sahnede bütün insanlar birer oyuncu.
Eğer bütün insanlar dramada olduğu gibi oyunculuk eğitimi alabilirlerse esasında kendilerini tanımak, karşısındakiyle benzerliğini bulmak, onun söylediği yanlış bir lafın, bir davranışın nereden kaynaklandığını anlamak, tolere etmek, acaba esas bunu mu demek istedin, yoksa değil mi gibi sorarak belki düzeltilmesini sağlamak gibi çözümler üretilebilir. Ama bu düşünce biçimi olmadığı zaman ne yapıyoruz çata çat mahalle kavgası dediğimiz türde kavgalara giriyoruz. Üstelik hiç de anlamı olmuyor. Yani ortada esas sebep unutulduktan sonra büyük olaylar bile çıkabiliyor. Neden olmuş bu diye sorduğunuz zaman bakıyorsunuz hatırlamıyorlar, konu bağlamından kopuyor. Niye insanlar gidip tiyatro izliyorlar, kendi kişiliklerini tanımak istiyor ve benzerlikleri bulmaya çalışıyorlar.
Son sorum yeni projeleriniz, çalışmalarınız var mı?
Ankara’da pek çok oyun yönettim. Bunların hemen hepsi yurtdışı festivallerine katıldı ve ödüller aldı. İstanbul’da ‘Uyandığımda Sesim Yoktu’ diye iki kişinin oynadığı, ama aslında tek kişiyi temsil eden iki kişinin oynadığı bir oyunu yönettim. Bu benim belki de bugüne kadar yaptığım en az kadrolu oyundu. Bu oyun da uluslararası alanda çok başarılı oldu. Bir sürü ödül aldı. Hâlâ da oynuyor. Daha önce bahsettiğim Yunanistan’da yapılan proje şu anda beni çok etkiliyor. Shakespeare’in, eğer bütün dünya bir sahne, bütün insanlar birer aktör ve aktrist sözünden yola çıkacak olursak, 10. sanat gastronomiyi dünya sahnesinde gündeme getirip oradaki tartışmayı açabilmek beni çok etkiliyor. Yapmayı düşündüğüm yeni oyunlar var. Benim yazdığım oyunlar var. Mesela Abdül Cambaz’la ilgili bir oyun var. Bunun sahnelenmesini çok istiyorum.
‘Ya Tutarsa’ isimli bir oyunum var. Göle maya çalıp ya tutarsa diye yoğurt yapma hikayesi. Bu oyunum Sıfırdan Yayınları tarafından yayınlandı. Fransızca’ya da çevrildi. Fransa’da da okunuyor. Fransa’da oynanma ihtimali de söz konusu. Bu yıl 27 Mart Dünya Tiyatro Günü bildirisini yazma görevi bana verildi, onu yazdım. Yeni oyunlar yazıyorum. Uluslararası drama çalışmaları yapmak gibi daha birçok proje var.
Bunların dışında yaşanmış hikayeleri toplamak istiyorum. Bir kampanya açıp, bir merkez oluşturup, orada yaşanmış hikayeleri toplamak, bunları kitap yapmak, hatta senaristlere ve oyun yazarlarına kaynak olmasını sağlamak istiyorum. Hatta bu konuyla ilgili seminerler yapmak gerektiğini düşünüyorum. Sahnelerde gördüğümüz ya da televizyonda gördüklerimizden çok daha enteresan hikayeler var hayatta, ama bunlarla kimse uğraşmıyor. Bu hikayeleri ortaya çıkarmak istiyorum.
Tamer Levent kimdir?
Tiyatro, sinema ve dizi film oyuncusu, yönetmen, sanat yönetmeni, oyun yazarı.
1971 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne seviye sınavı ile girdi. Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Bölümünden 1977 yılında mezun oldu. Devlet Tiyatroları’nda önce oyuncu daha sonra yönetmen olarak çalışmalar yaptı. Devlet Tiyatroları genel müdürlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. Yönettiği oyunlar; Rusya, Kanada, Güney Kore, İran ve Kuzey Kıbrıs’ta festivallere davet edildi. Hâlen Devlet Tiyatroları’nda rejisör kadrosundadır ve Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı TOBAV ile Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği TOMEB kurucusu ve ilk genel başkanıdır.
25 Mart 1994 yılında Devlet Tiyatroları’nda ilk ve son kez yapılan bir uygulama ile seçimle Devlet Tiyatroları Genel Müdürü oldu. 10 Ağustos 1994 yılına kadar yürüttüğü bu görev esnasında Türkiye’de çok ses getiren Sanata Evet projesini hayata geçirdi. Tiyatro kültürünün tanımlanması ve yaygınlaşması doğrultusunda teorik ve uygulamalı çalışmalar yaptı. 2003 yılında Çorlu Belediyesi tarafından adına sahne (Çorlu Belediyesi Tamer Levent Sahnesi) açılan Tamer Levent, Türkiye’de eğitimde drama ve yaratıcı drama çalışmalarını başlattı. Sahneye koyduğu, Ülkü Ayvaz’ın Yeniden Yaratma adlı oyunuyla Devlet Tiyatroları’nın ilk Rusya turnesini gerçekleştirdi.
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinde, Eskişehir Anadolu Üniversitesinde, New York Üniversitesi Tiyatro Bölümünde, Berlin Yüksek Sanat Okulu Tiyatro Bölümünde; İngiltere Yorkshire Bretton Hall College’de ve Warwick Üniversitesinde “Yaratıcı Oyunculuk” dersleri verdi. Belçika, Lüksemburg ve Macaristan’da Avrupa Parlamentosu’yla birlikte düzenlenen tiyatro buluşmalarının prensiplerinin oluşturulduğu komitelerde ve organizasyonlarda bulundu, seri atölye çalışmaları yönetti. Fransa ve Tunus’ta uzun süreli atölye çalışmaları yaparak sonuçlarını birer gösteri hâline dönüştüren Çin ve Hindistan belgeselleri gerçekleştirdi. Dünyanın pek çok ülkesinde drama atölyeleri yönetti. Bernarda li ve
Tamer Levent kimdir?
Tiyatro, sinema ve dizi film oyuncusu, yönetmen, sanat yönetmeni, oyun yazarı.
1971 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne seviye sınavı ile girdi. Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Bölümünden 1977 yılında mezun oldu. Devlet Tiyatroları’nda önce oyuncu daha sonra yönetmen olarak çalışmalar yaptı. Devlet Tiyatroları genel müdürlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. Yönettiği oyunlar; Rusya, Kanada, Güney Kore, İran ve Kuzey Kıbrıs’ta festivallere davet edildi. Hâlen Devlet Tiyatroları’nda rejisör kadrosundadır ve Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı TOBAV ile Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği TOMEB kurucusu ve ilk genel başkanıdır.
25 Mart 1994 yılında Devlet Tiyatroları’nda ilk ve son kez yapılan bir uygulama ile seçimle Devlet Tiyatroları Genel Müdürü oldu. 10 Ağustos 1994 yılına kadar yürüttüğü bu görev esnasında Türkiye’de çok ses getiren Sanata Evet projesini hayata geçirdi. Tiyatro kültürünün tanımlanması ve yaygınlaşması doğrultusunda teorik ve uygulamalı çalışmalar yaptı. 2003 yılında Çorlu Belediyesi tarafından adına sahne (Çorlu Belediyesi Tamer Levent Sahnesi) açılan Tamer Levent, Türkiye’de eğitimde drama ve yaratıcı drama çalışmalarını başlattı. Sahneye koyduğu, Ülkü Ayvaz’ın Yeniden Yaratma adlı oyunuyla Devlet Tiyatroları’nın ilk Rusya turnesini gerçekleştirdi.
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinde, Eskişehir Anadolu Üniversitesinde, New York Üniversitesi Tiyatro Bölümünde, Berlin Yüksek Sanat Okulu Tiyatro Bölümünde; İngiltere Yorkshire Bretton Hall College’de ve Warwick Üniversitesinde “Yaratıcı Oyunculuk” dersleri verdi. Belçika, Lüksemburg ve Macaristan’da Avrupa Parlamentosu’yla birlikte düzenlenen tiyatro buluşmalarının prensiplerinin oluşturulduğu komitelerde ve organizasyonlarda bulundu, seri atölye çalışmaları yönetti. Fransa ve Tunus’ta uzun süreli atölye çalışmaları yaparak sonuçlarını birer gösteri hâline dönüştüren Çin ve Hindistan belgeselleri gerçekleştirdi. Dünyanın pek çok ülkesinde drama atölyeleri yönetti. Bernarda Alba’nın Evi isimli tiyatro oyununun baleye uyarlanmasında, Binnaz Aydan’ın koreografisini yaptığı TV programının reji ve tekst çalışmasını yaptı. Tamer Levent ayrıca FIA (Uluslararası Aktörler Federasyonu) Türkiye Temsilcisidir. IATA (Uluslararası Amatör Tiyatrolar Birliği) yönetim kurulu üyeliğinde bulundu. Oyunculuk ve yönetmenlik çalışmalarının yanı sıra TOBAV (Devlet Tiyatro Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı) Genel Başkanlığını yürüten Tamer Levent, 1984 yılında kurduğu Sanat Kurumu Deneme Sahnesi’nde drama çalışmaları başlatmıştır.
1990’lı yıllardan itibaren pek çok sinema ve televizyon yapımında da rol aldı. Emin Alper imzalı Tepenin Ardı filmindeki performansı ile 24. Ankara Film Festivali ve 3. Malatya Film Festivali’nde En iyi Erkek oyuncu ödülünü aldı. Kış Uykusu (2014), Ertuğrul 1890 (2015), İstanbullu Gelin (2017), Çiçero (2019), Menajerimi Ara (2021) ve Kendi Yolumda (2022) gibi popüler yapımlarda rol aldı. Pek çok organizasyonda jüri üyeliği de yapan Tamer Levent ayrıca farklı kurumlardan pek çok Onur Ödülü’ne de layık görülmüştür.